






|
|
Küreselleşme, Mikro
Milliyetçilik, Çok Kültürlülük, Anayasal Vatandaşlık
Emre KONGAR
Kaynak: Emre Kongar Resmi Web Sitesi
Son günlerde tüm kavramlar birbirine karıştırılıyor.
Bu yazıda benzer kavramları açıklamaya çalışarak, aralarındaki farklara ve
benzerliklere işaret etmeye çalışacağım.
Küreselleşme.
Küreselleşme, ya da yabancı terminoloji ile, "globalleşme" biri siyasal,
biri ekonomik biri de kültürel olarak üç boyutu olan bir kavramdır.
Kürselleşme'nin siyasal ayağı, Amerika Birleşik Devletlerinin siyasal
egemenliği, ya da dünya üzerindeki siyasal jandarmalığı anlamına
gelmektedir.
Bu durum, bir anlamda Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, dünyanın
tek kutuplu hale gelmesini de belirtmektedir.
Küreselleşmenin ekonomik ayağı, uluslararası sermayenin egemenliğine işaret
etmektedir.
Bu egemenlik, bütün ülkeleri, örneğin, Birleşik Amerika'yı da aşan bir
biçimde gelişmiştir. Kendi mantığı içinde, sermaye ve onun simgesi olan
marka bazında dünyayı, tüketiciyi ve tüm insanları yönlendirmektedir.
Ekonomik olarak uluslararası sermayenin egemenliği bir yandan, günlük yaşam
açısından dünyayı "birörnekleştirirken" öte yandan, ekonomik verimliliğin,
yani üretim verimliliğinin, dünya ekonomisindeki en belirleyici ölçüt olarak
ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Böylece, gittikçe bütünleşen dünya ekonomisindeki rekabetin belirleyici
sonucu, üretim verimliliği kavramına bağlanmıştır.
Mikromilliyetçilik
Küreselleşmenin kültürel ayağı, birbirinden farklı hatta, biri ötekine zıt
iki ayrı sonuca işaret eder.
Birinci sonuç,"mikromilliyetçilik" biçiminde ortaya çıkmıştır.
Son örneğini, Yugoslavya olayında gördüğümüz, "mikromilliyetçilik" akımları,
ulusal devleti aşan ve onu daha küçük parçalar halinde algılayan bir yapıya
sahiptir.
Küreselleşme, en küçük bir kültürel farklılığı bile vurgulayarak, elektronik
medya aracılığı ile bunu tüm dünya kamuoyunun dikkatine sunan, ayrıca
siyasal açıdan, kültürel farklılıkların korunması ilkesini demokratik hak ve
özgürlükler alanının ayrılmaz bir parçası olarak gören bir anlayışı
yaygınlaştırmaktadır.
Küreselleşmenin kültürel ayağının ikinci sonucu, özellikle tüketici
davranışını etkileyerek, dünya çapında kültürel birörnekliğin önünü açmış
olmasıdır.
Küreselleşme olgusunun, özellikle ekonomik ayağı, yani uluslararası
sermayenin egemenliği, bir yandan "marka cazibesi", öte yandan günlük
tüketim alışkanlıklarının denetlenmesi yoluyla, tüm dünyayı benzer davranış
kalıpları içine sokmaya yani tek boyutlu bir kültürel kimliğe sahip olmaya
doğru zorlamaktadır.
Küreselleşme, bir süreç, bir olgudur.
İyiliği, ya da kötülüğü belki tartışılabilir ama, kaçınılmazlığı ortadadır.
Bu çerçevede, bütün dünyayı etkileyen bu oluşumun, sonuçlarını iyi kestirmek
ve ona göre davranmak çağdaşlığın ve güncelliğin bir gerekliliği olarak
ortaya çıkmaktadır.
Çokkültürlülük
Bir toplumu oluşturan bireylerin ve grupların dil, din, ırk, tarih, coğrafya
açısından farklı kökenlerden gelmesine dayanan çok kültürlülük, tek bir
siyasal birim halinde ve ortak sınırlar içinde yaşayan toplumlarda söz
konusudur.
Bu farklılıklar, kimi zaman, çöken Sovyetler Birliğinde, ya da bugünkü
Amerika Birleşik Devletlerinde olduğu gibi, değişik milletlere mensup
insanların birarada yaşaması biçiminde de görülebilir.
Bu iki ülkedeki deneyimler, aslında çokkültürlülük kavramının siyasal
sonuçları açısından da oldukça öğretici olmuştur.
Toplumdaki çokkültürlülük olayını, bireysel özgürlükler bazında genel
toplumsal ve siyasal yapının bir parçası olarak algılayan ABD oldukça
başarılı bir uygulama ile, hem siyasal kimliğini hem de özgürlükleri koruyan
bir çizgi izlemiştir.
Buna karşılık, Sovyetler Birliği, bireysel özgürlükleri hemen hemen yok
sayarak giriştiği deneyim çerçevesinde, sistemin karşılaştığı başka tür
zorlukların sonunda, dağılıp gitmiştir.
Sovyetler Birliği ve Yugoslavya deneyimleri, bize, bireysel özgürlüklerin
güvencede olmadığı sistemlerde, farklı kültürel kimliklerin korunmasının ve
geliştirilmesinin, ister üniter ister federal devlet yapıları çerçevesinde
olsun, olanaklı olmadığını göstermiştir.
Bireysel özgürlüklerin güvence altına alınarak, "anayasal bir vatandaşlık
bağı" çerçevesinde geliştirilemediği siyasal varlıklar, bütünlüklerini
koruyamamaktadır.
Kültürel Kimlik
Bireylerin kültürel kimlikleri, onlar üzerinde bağlayıcı olduğu oranda
bireysel özgürlükleri sınırlamakta, ama aynı ölçüde bir kimlik kartı
işlevini de yerine getirmektedir.
Kültürel kimlik ile bireysel özgürlük arasında, bireyin tutum ve
davranışlarının farklılıklarına izin verilen "manevra alanının" genişliği
açısından tersine bir korelatif ilişki söz konusudur.
Bir başka deyişle, sert bir kültürel kimlik, bireyin, ait olduğu kültürel
kimlik açısından yapması beklenen tutum ve davranışları büyük ölçüde
kendisine empoze eder ve böylece "bireysel özgürlükler alanı" önemli ölçüde
sınırlanmış olur.
Buna karşılık, yumuşak bir kültürel kimlik, bireyin tutum ve davranışlarına
daha az müdahale ettiği için, onun "bireysel özgürlükler alanını" daha geniş
bir çerçeveye taşır.
Burada, bir kültürel kimliğin "militanı" kimliğine bürünen birey, kendisini
öteki kültürel kimlik sahiplerinden ayırmak için kendisinden farklı tutum ve
davranışları önemli ölçüde olumsuzlama çabası içine de girer, ve böylece
toplumsal etkileşimi önemli ölçüde zedeleyici bir oluşum ortaya çıkar.
Buna karşılık, yumuşak bir kültürel kimliği savunan birey, aynı toplum
içinde yaşadığı öteki kimlik sahiplerine de hoşgörü ile bakma eğilimindedir.
Böylece, yumuşak kültürel kimlik hem o kimlik sahibi olan bireyin, özgürlük
alanını daraltmaz, hem de öteki kimlik sahipleriyle birarada yaşama
dürtüsünü kısıtlamadığı için, toplumsal etkileşim miktarı kısıtlanmamış
dolayısıyla, toplumun işleyişi bozulmamış olur.
Anayasal Vatandaşlık
Son günlerde Türkiye'nin gündeminde yeniden tartışılmaya başlanan "Anayasal
Vatandaşlık" kavramı, ulusal devleti, din, dil ırk gibi tarihten ya da
coğrafyadan gelen "kültürel kimlikler" yerine, mensup olunan ülkenin siyasal
kimliğine ve bu ülkenin "eşit haklara dayalı vatandaşlığı" kavramına
bağlayan bir anlayışı dile getirmektedir.
Din, dil, ırk gibi, yukarda da belirtilen biçimde, başka kimlikleri
dışlayarak kendi kimliğini güçlendirme eğilimi taşıyan ögeler, ulus devlet
oluşumu içinde, öteki kimliklere karşı duyarsız, hoşgörüsüz, hatta düşmanca
tutum ve davranışlar içinde olan militanlar elinde toplumsal etkileşimi
engelleyici bir işleve doğru kayabilir.
İşin kötüsü bu kayış, ulus devleti oluşturan asıl ögelere yani o toplumun
çoğıunluğunun mensup olduğu dine, ırka ya da millete dayalı olarak ortaya
çıkabilir.
İşte o zaman ırka ya da dine veya milliyete dayalı bir "çoğunluğun baskısı"
yani bir "faşizm" ya da diktatörlüklerin en korkuncu olan "çoğunluğun
diktatörlüğü" kavramı, tüm toplumu bir orta çağ karanlığının boyunduruğuna
alır.
Tabii böyle bir oluşumun, derhal o toplumun içindeki öteki din, dil, ırk ve
benzeri ayrımlara göre filizlenen "kültürel kimlikleri" de aynı baskıcı ve
şiddete dönük yola iteceğini görmek için k>â hin olmaya gerek yoktur.
Ayrıca, çoğunluğun mensup olduğu kimlik kullanılmasa bile, kimi zaman,
azınlıkta kalanların kültürel kimliğini çoğunluğa empoze etmek, ya da bir
kültürel kimliği şiddete ve teröre başvurmanın gerekçesi olarak kullanmak
derhal, "zimcirleme reaksiyon" ile, içinde yaşanılan toplumu bir kan
deryasına dönüştürebilir.
İşte tam bu noktada, "Anayasal Vatandaşlık" kavramı, "yumuşak" ve
"birleştirici" bir "kültürel kimlik" olarak ortaya çıkmaktadır:
Bir toplumu oluşturan tüm bireylerin ve farklı grupların, din, dil, ırk ve
benzeri köken farkı olmaksızın, devletin önünde eşit muamele gördüğü,
ülkenin kamu hak ve olanaklarından eşit olarak yararlandığı, bu nedenle de
üyesi olduğu devletle özdeşleştiği bir "Anayasal vatandaşlık".
Türkiye'de Durum
Anadolu toprağı pek çok farklı uygarlığa beşiklik etmiştir.
Bu nedenle de, gerek geçmişte, gerekse bugün, bu topraklar üzerinde, din,
dil, ırk ve benzeri kökenler bakımından çok değişik kimlikler taşıyan
insanlar kimi zaman barış içinde, kimi zaman birbirleriyle savaşarak, ama
her zaman "birlikte var olmuşlardır".
İşte Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu genç Cumhuriyet, tüm bu toprakların ve
bu insanların, bu uygarlıkların mirascısıdır.
Dolayısıyla, biz bütün bu insanlık birikiminin mirascıları olarak, onları
hem korumak hem de gelecek kuşaklara aktarmak zorundayız.
Pek doğal olarak, tarihten gelen "talihli" ya da "talihsiz" ilişkiler bugünü
de etkilemektedir.
Örneğin, Ermeni yurttaşlarımızla, tarihten gelen "talihsiz" ilişkiler söz
konusudur.
Buna karşılık, aynı tarih, musevi yurttaşlarımızla "talihli" ilişkilerin
birikimini yansıtmaktadır.
Atatürk'ün kurduğu genç Cumhuriyet, bugünlerde yine gündeme gelen "Anayasal
vatandaşlık" kavramına dayalı, çağdaş bir ulus devlettir.
Çağdaş ulus devletler, tek bir ırkın ya da tek bir ulusun öteki kültürel
kimlikleri bastırması üzerine kurulmammışlardır ve varlıklarını böyle bir
baskı ile sürdüremezler.
Tam tersine her ulus devlet, vatandaşlarını oluşturan farklı kültürel
kimliklerin renkliliğini ve çeşitliliğini, devletin ve o devleti oluşturan
toplumun güzelliği ve gücü olarak geliştirdiği oranda, refahı ve kuvveti
artar.
Önümüzdeki iki tehlike: Bölünme ya da benzeşme yoluyla yok olmak
İşte küreselleşme, farklı kültürleri bağrında barındıran bir toplum
açısından iki tehlikeyi gündeme getirmiştir:
Bunlardan biri Yugoslavya örneğinde olduğu gibi bölünme yoluyla yokolmaktır.
İkinci tehlike de, küreselleşmenin birörnekleştirici etkisiyle yokolmaktır.
Bütün dünya büyük bir hızla aynı tür köfte yiyen, aynı marka ayakkabı giyen
bir kültüre doğru hızla yol almaktadır.
Çözüm: Farklılıkları zenginleştirerek bütünlüğü korumak
Bu iki büyük tehlikeye karşı, özellikle bireysel özgürlükleri güvence altına
alıp yayarak, toplumun etkileşimini güçlendirerek kültürel farklılıkları ve
siyasal bütünlüğü korumak tek çıkar yol gibi görünmektedir.
Geçmişimizi yadsımadan, ama gereken yerlerde ondan dersler alarak, güncel
özgürlükleri eşitlik ve adalet ilkeleri çerçevesinde yaygınlaştırmak ve
güçlendirmek bu çözümün en önemli yöntemidir.
Bireysel özgürlüklerin güvencede olması, hiç kuşkusuz, farklı kimlik
mensuplarının tutum ve davranış alanlarını zenginleştirerek, hem farklı
kültürlerin birarada yaşamasını hem de birbirlerine hoşgörü ile bakmasını
sağlayacaktır.
Bu arada özenle sakınılması gereken nokta, sadece kültürlerarası
düşmanlıkların körüklenmesi değil, aynı toplum ve aynı devlet içinde farklı
hukuk sistemlerinin uygulanması gibi, ayrımcı düzenlemelerdir.
Kendi din, dil ve ırk özelliklerini, üzerinde yaşadığı topraklar
çerçevesinde dünyadaki öteki benzerlerinden farklı geliştirmiş olan Anadolu
insanının bu hedefi gerçekleştirebilecek deneyim birikimine ve sağduyuya
sahip olduğuna inanıyorum.
|