Yazılar

Giriş
Hakkımızda
Yazılar
Fotoğraf Galerisi
Üyemiz Olun
Kitaplık
Linkler

Küba Cumhuriyeti Başkanı Dr. Fidel Castro Ruz'un 5. Küreselleşme ve Kalkınma Toplantısında Yaptığı Konuşma

Havana-Küba, 14 Şubat 2003

Küreselleşme ve Kalkınma Toplantısının saygın katılımcıları;

Saygıdeğer konuklar;

Bugün burada saygılı bir tartışma yürütmek ve değişik görüşleri dinlemek için toplanmış bulunuyoruz. Tanınmış ve gözlem yetenekleri yüksek olan düşünürler tarafından ve burada bulunanların çoğunun sahip olduğu düşüncelerin kendilerininkinden bir hayli farklı olduğunu bildikleri halde davetiyemizi kabul etmiş olan uluslararası örgüt temsilcileri tarafından şereflendirilmiş bulunuyoruz. Farklı görüşlere sahip insanlara misafirperverlik ve saygı bu toplantılarda bir gelenek haline gelmiştir. Ortaya konan fikirler eğer dünyaya dair cesurca, tamamen farklı fikirleri savunan insanların düşüncelerine karşı konulmasaydı analizlerimizin ne gibi bir değeri kalırdı?

Akademisyen olmayanlarımızın da cesarete ihtiyacı vardır. Dünyadaki gelişmelerden elimizden geldiği kadar haberdar olmaya çalışıyor olsak da, bazen içinden geçtiğimiz benzersiz süreç hakkında gittikçe artan gerçekleri ve düşünceleri ve belirsiz geleceğimize dair tahminde bulunmak için var olan öğrenme isteğimizi yerine getirecek kadar zamanımız olmuyor.

Ancak şikayet edemeyiz. İnsanlık tarihinin en olağanüstü ve kararlaştırıcı dönemi demeye cüret edebileceğim bir çağda yaşama ayrıcalığına sahibiz. Tıpkı Kolombiya üniversitesinde ekonomi üzerine verdiği bir konuşma esnasında birisi bu temadan ayrı bir konuya değindiği sırada Profesör Edmund Phelps’in "Bu benim alanım değil" demesi gibi, bende önceden belirtmeliyim ki benim alanım ekonomi değildir. Benim alanım politikadır. Ekonomisiz politika, ya da politikasız ekonomi diye bir şey olmasa da.

Tarihte var olan ve bugün var olan her şey insanlığa empoze edilmiştir. İnsan ırkının evrimine neden olan doğa kanunlarından rasyonel varlıklar kategorisine kadar, etnik kökenlerimizden deri rengine kadar; ormanlardan meyve ve kök toplayarak ve avlanarak dolaşan gruplardan, bir grup zengin ülkenin bugün dünyayı iliğine kadar sömürdüğü kapitalist tüketici toplumlara kadar.

Dünya sömürüsünün sistemleri olarak, gelişmiş kapitalizm, modern emperyalizm ve neoliberal küreselleşme dünyaya empoze edilmiştir. Tıpkı yüzyıllar boyunca düşünürler ve filozoflar tarafından insanlık için temel adalet prensipleri taleplerinin (bugün halen dünyada gerçeklikten çok uzak olan) azlığının empoze edilmesi gibi. 1776 senesinde Kuzey Amerika’daki 13 Britanya kolonisini bütün insanların eşit yaratıldığı "aşikâr gerçeğini" ve Tanrı tarafından verilen, kişinin devredemeyeceği hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakları olduğunu öne sürerek bağımsızlaştıranlar bile köleleri özgürleştirememişlerdir. Bunun yerine bu devasa ve cani kurum yaklaşık bir yüzyıl korunmuş, ve sonunda o kadar zamana uyuşmaz ve elde tutulamaz bir şey olmuştur ki bunun yerine daha gizli ve modern, daha az da zalimce olmayan bir tür sömürü ve ırk ayrımı getirmek için acımasız ve kanlı bir savaş gerekmiştir. Aynı şey 1789 senesinde Fransız Devrimini özgürlük, eşitlik ve kardeşlik söylemlerini öne sürerek gerçekleştiren, ancak Haiti’deki kölelerinin ve kârlı kolonilerinin bağımsızlığını tanıyamayanlar için geçerlidir. Bunun yerine orada yaşayanları teslimiyete geri sürüklemek işin boş bir çabayla 30000 asker göndermişlerdir. Aydınlanma devri insanlarının bütün istekleri dışında gerçekte süregelen şey Afrika’ya, Okyanusya’ya, neredeyse Asya’nın tümüne, Endonezya, Hindistan ve Çin gibi büyük ülkelere de dahil olmak üzere uzanan ve yüzyılları kapsayan bir kolonileşme çağı olmuştur.

Japonya’yla ticaretin kapıları bombalarla açılmıştır, tıpkı bugün, insanlık adına demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık adı altında 50 milyon kişinin hayatına mâl olan bir savaştan sonra bile DTÖ ve Çok Taraflı Yatırımlar Anlaşması, dünyanın finansal kaynaklarının kontrolü, az gelişmiş ülkelerin devlet şirketlerinin özelleştirilmesi, patentlerde ve teknolojide tekelleşmek, ve ne alacaklının alabileceği ne de gittikçe fakirleşen, açlığa sürüklenen ve onları kolonileştiren, çocuklarını köle diye satan ya da öldüresiye sömüren (bu yarıkürede yaptıkları gibi) güçlerin hayat standartlarından gittikçe uzaklaşan borçlananların verebilmesi imkansız olan trilyonlarca dolar borcun geri ödenmesi talebiyle kapıların açılması için bombalandığı gibi.

20. yüzyılın ikinci yarısında dünyanın, 19. yüzyılın sonlarında veya 20. yüzyılın başlarına benzer bir şekilde bölündüğü söylenemez. Bugün dünya artık bölüşülemez, çünkü dünya bu çalkantılı tarihin sonunda tek süper güç olarak ortaya çıkan ve tarihteki en güçlü imparatorluk olan bir devletin yegâne himayesi altındadır. Dünyadaki tüm başkentlerin Washington’dan çıkmış olan ya da çıkacak olan son söz karşısında ne kadar korktuklarını gözlemek yeter. Birleşmiş Milletlerin var olduğuna dair herhangi bir yanılsama var olmuşsa da, o vahim günden, 11 Eylül’den sonra, 17 ay gibi kısa bir süre önce, bir imparatorluk fermanı tarafından yok edilmiş, yerine tarihte görülmemiş bir tek taraflılık almıştır.

Son birkaç gün içerisinde, saygıdeğer katılımcıların ve konuklarımızın iyi bilenmiş argümanlarıyla dünya ekonomik krizi ve özellikle Latin Amerika’daki durum hakkında, FTAA hakkında, bugün yoksul ülkelerin kalkınmasındaki engeller hakkında, sosyal politikaların rolleri ve gerçekler hakkında çoğunlukla detaylı şekilde şu gibi konuların bu kadar büyük ve bu kadar derin trajediler için ortaya atıldığını gördüğümde; GSMH’nın azaldığını, sürdürebilir kalkınmanın önce oluşup sonradan durduğunu, ihracatı arttırmanın bütçe açığını kapatmanın, dengeyi yeniden kurmanın, yoksulluğu azaltmanın, kalkınmaya ivme kazandırmanın, görevleri yerine getirmenin tek yolu olduğunu, ve başka zamanlarda özelleştirmenin güvenilirliğin artmasında, herhangi bir maliyette yatırımı çekmede, rekabeti beslemede çok kullanışlı olabileceğini duyduğumda, yarım asırdır azgelişmişliği ve yoksulluğu geride bırakmaya çalışmalarındaki inatçılığına hayran oldum.

Daha önce her türlü fikre karşı saygılı olunması gerektiğini söylemiştim. Fakat bu şüpheyle karşılanmak ve aklımıza birçok soru getirmek durumundadır. Ne kadar İdillik bir dünya şu içinde yaşadığımız? Nerede Üçüncü Dünya ülkelerinin kalkınması için ekonomi okullarında öğrendiğimiz çözümleri mümkün kılan asgari eşitlik koşulları? Serbest rekabet, kaynakların eşit elde edilebilirliği, ya da ilgili teknolojilere serbest erişim imkanı gibi kendi hünerlerinin meyvelerini ve başkalarının -az gelişmiş ülkelerden bir sent bile ödemeden elde edilenlerden kendi kıt kaynaklarını onların eğitilmesi için kullananlara kadar-hünerlerinin meyvelerine sahip olanlarca tekel haline getirilen başka şeyler de var mıdır?

Uluslararası finans kuruluşları ve eldeki fon fazlası kimlerin elinde? Finansal spekülasyonlar, vergi kaçakçılığı, büyük ölçekte uyuşturucu kaçakçılığı ve zimmete para geçirme yoluyla elde edilen paralar nerede, nasıl ve kim tarafından aklandı ve yatırıldı? Mobutu'nun ve kendi uluslarının bağımsızlığını yabancı sermayeye teslim ederek batılı ustalarının onayını alan diğer hırsızların ellerindekiler ne oldu?

Eski SSCB ve şimdiki Rusya'dan kaybolan milyarlarca doların başına ne geldi? Böyle bir şey Avrupalı, Amerikalı birçok danışman, uzman, bilirkişi ve ideolog kapitalizme doğru giden parlak yolda rehberlik ederken ve akbabalar etrafı sarıp ülkenin doğal zenginliklerine göz diktiği yerde nasıl olabiliyor? Ülkenin nüfusunun düşmesinden ve çocuk ve doğumda gerçekleşen ölümleri de içine alan sağlık göstergelerin kötüye gitmesinden ahlaki olarak kim sorumlu tutulacak ve yaşlı kadın ve erkeklere kadar halkının bir çoğu faşizme karşı savaşmış bir ülke açlık ve yoksulluktan sefil duruma düşmüşken hangisi milyonları üzüyor?

Kimler diğer halkların ulusal kültürlerini, bir medya tekeliyle yıkmayı başarıyor ve tüketim çılgınlığının zehrini dünyanın her köşesine yayıyor? Eğitim, sağlık, içme suyu bulma ve barınmadaki yoksunluklara, işsizlik, açlık ve kötü beslenmeye çare olabilecekken her yıl reklam işlerine harcanıp milyarlarca insana acı veren trilyonlarca doları nasıl değerlendirebiliriz? Bu basit bir ekonomik mesele midir, politik ve ahlaki bir boyutu da yok mudur?

Neo-liberal küreselleşme Üçüncü Dünyanın apaçık yeniden sömürgeleştirilmesidir. FTAA daha önce de söylediğimiz üzere Latin Amerika'nın ABD tarafından ilhakı anlamına gelir; öyle ki en güçlünün zayıfı yuttuğu, eşit olmayan tarafların birlikteliğidir. Bu anlaşma sermaye ve mallara serbest dolaşımı getirecek, fakat imparatorluğun sınırlarını- Meksika ve ABD arasında olduğu gibi- bir mezbahaya doğru çizecek olan "barbarlara" ölüm getirecektir. Onlara oturma ve çalışma izni veren-ne kadar suç işleyebilmiş bile olsalar- ve Küba'nın istikrarını bozmak için oluşturulan devrimci değişikliklere ceza verme niteliğinde olan herhangi bir yasa bulunmamaktadır.

Daha güzel bir dünyanın mümkün olduğuna hakikaten inanan bir devrimci ve savaşçı olarak kararlı ve hiç tereddüt duymadan belirtmeliyim ki bence yabancı yatırımın karşılığında bir ülkenin zenginliklerinin ve doğal kaynaklarının özelleştirilmesi bir suçtur. Bu Üçüncü Dünya ülkelerinin hayatta kalabilmelerini sağlayan tüm araçları daha ucuza, pratikte bedavaya, vermekle aynı anlama gelmektedir. Bu aynı zamanda ülkeleri daha uygun ve kendiliğinden yerlilerin bedelini ödeyecekleri tekrar sömürgeleştirmeye yöneltmektedir.

Yabancı sermayeyle ilişkisinde Küba, ülkenin bağımsızlığına sekte vurmayan veya ulusal refah ve ülkenin politik, ekonomik ve kültürel yaşamını yabacı sermayenin merhametine bırakmayan, her iki tarafa da yararlı bir işbirliği içindedir.

Kural olarak hiçbir şeyi serbest bırakmayız, bir bedel ödeme ikileminde olursak Sezar'ın hakkını Sezar'a veririz. Buna dair bir yanlış yapmayız: biz sosyalist bir ülkeyiz ve öyle olmaya devam edeceğiz. Yolumuza çıkan bir sürü engele yeni ve daha insancıl -tecrübeli, hevesli, enerjik ve hayalleri olan- bir toplum oluşturuyoruz. Küba'da ABD doları geçiyor. Euro da tedavüle girmiş durumda. Bunların başka paralarca takip edilmesine turizmi geliştirmek için izin verebiliriz. Fakat Küba pezosu ve convertibl Küba pezosu tedavüldeki başlıca para birimlerimizdir. Mali kontrol şu an kontrol altında. Ulusal paramızın değeri 2002 boyunca sabit kaldı, bu durum diğer ülkelerde neredeyse hiç karşılaşılmayan bir durumdur, sağlam para kaçışı gerçekleşmemektedir.

Yarıkürenin belini büken ve hepsi de çok bilindik olan başlıca sorunlardan biri de dış borçtur. Bu borcun anapara ve faiz ödemeleri bazı zamanlar bütçenin %50 sini emmektedir. Ve bunun herhangi bir ülke için zaruri olan, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi, hizmetlere büyük bir etkisi vardır.

Devletleri kendilerini tahmini saldırılardan ve sermaye kaçışından -tehlikeli bir yola saparak- korumak için bankaların içini boşaltmaya zorlayan faizler, ülkelerin kendi fonlarıyla kalkınmalarını zorlaştırıyor.

Yeni ekonomik düzen tarafından empoze edilen "paranın serbest dolaşımı" konusu gelişmeye çalışan ülkelerin zayıf ekonomilerine öldürücü bir darbe indirmekte. Paranın geçmişte altın ve gümüşte olduğu gibi bir kesede saklanan ve korunan ve kendi içinde hiçbir değeri olmayan zamanlardan bugüne çok zaman geçti.

Bretton Woods’ta – tüm ekonomistlerin bileceği gibi- dünya altın rezervlerinin %80’ine sahip olan ABD’ye tüm dünya çapında altının değerinin belirlenmesi konusunda imtiyazlar anlaşmaya bağlanmıştır. Daha öncesinde her basılan banknotun değerinin altına çevrilmesi yükümlülüğü vardı. Hükümetler bu yükümlülüğü, piyasadaki zarara ya da kara göre yeterli miktarda altın alarak ya da satarak yerine getirdiler. Bu formülasyon 1971 yılına kadar devam etti ve sonrasında ABD Başkanı Nixon’ın yüksek askeri harcamalar ve vergisiz bir savaşın ardından Amerikan dolarının altına endeksini tek taraflı olarak ortadan kaldırdı.

Hiç kimse sonradan döviz alım satımının serbest bırakılması gibi muazzam spekülasyonları tahmin bile edememişti. Bugün döviz alım satımı günlük triyon doların üzerinde astronomik boyutlara ulaşmıştır.

Bu durumun yarattığı kredibiliteden, herkesçe kabul edilen bir alım satım aracı olmasından, ABD’nin çok büyük ekonomik gücünden ve başka bir aracın yokluğundan dolayı ABD doları rolünü oynamaya devam etti.

Bu imtiyazlar Latin Amerika diğer üçüncü dünya ülkelerinin hoşuna gitmedi. Bizim paramız uluslar arası markette basit kağıt parçaları haline geldiler. Paramızın değeri ülkemizin rezervinde bulunan ABD dolarının miktarına bağlı oldu. Bugün Latin Amerika’daki ve Karayibler'deki hiç bir ülkenin ulusal parası istikrarlı değil ve istikrarlı da olamaz. Bugün gerçek değeri 100 olan para bir kaç ay, hafta ya da günde iç ve dış faktörlere bağlı olarak %50, 60 hatta %10’una düşebilir. Arjantin’de yapılan peso'yu dolara endekslemek şeklindeki hayalperest adım sonunda bir faciayla son buldu.Real ve dolar arasında da benzer bir durum söz konusu oldu.ekvator gibi kimi ülkeler kendi para birimlerinin çöpe atıp ulusal para birimlerini direk ABD dolarına uyarladılar.

Meksika’da her altı yılda kanunen gerçekleşen hükümet değişikliği ağır devalüasyonlara yol açtı ve bu para birimlerinin değerini ciddi bir biçimde azalttı. Brezilya ise spekülatif saldırılar ve 1998 krizi sonucunda sadece sekiz haftada en iyi üretim ve hizmet şirketlerini özelleştirilmesiyle elde edilen 40 milyar doları kaybetti.

Latin Amerika ülkelerinin son birkaç on yıldır ekonomik anlamda en çok zarar gördükleri başlıklardan biri sermaye kaçışı oldu. Bu yabancı yatırımcıların karlarını transfer etme meselesi değildir. Bu, genelde diktatöryelce ve ahlaksızca olan rejimlerin ülkenin kaynaklarının israf edildiği, özel zimmete geçirildiği ya da özel bankaların hırsızlıklarının, kirli anlaşmalarının ve borçların örtbas edilmesine kullanılacağı üzerine anlaşmaya bağlanan yabancı borçların geri ödeme yağması sorunu değildir. Ama bu çok iyi bilinen eşitsiz gelişim fenomeninin artan kayıplarıdır. Bu düşük maaşlı işçinin sırtından, dürüst entelektüel ve profesyonel emekçilerden ve küçük kimi şirketlerden elde edilen karların ülke içinde oluşturduğu fonlar meselesidir.

Latin Amerika ülkelerini boyunduruk altına alan bu sermaye kaçışlarının kaynağı uluslar arası finans örgütlerinin empoze ettiği neoliberal bir ilke olan, hiçbir sınır ya da zorunluluk getirilmeyen serbest alım satımdır. Bu sermaye kaçışları Venezüella gibi kimi ülkelerde 40 yıldan fazla bir süre içinde toplamda yaklaşık 250 milyar dolara ulaşmıştır. Buna bir de Arjantin’den, Brezilya’dan, Meksika’dan, ve geri kalan Latin Amerika ülkelerinden kaçan ulusal fonları katın.

Cesur Venezüellalıların ve liderlerinin başarısı alım satım kurları üzerinde kontrolü sağladılar ve böylece biraz önce anlatmış olduğum trajediye ülkelerinde bir son verdiler!

Küba Devriminin zafer kazandığı 1959 yılında tüm Latin Amerika ülkelerinin toplam borcunun sadece 5 milyar dolar olduğunu hatırlatıyorum. Geçen zamanda nüfus 214,4 milyondan 543,4 milyona ulaştı ki bunun 224 milyonu fakir ve 50 milyonun üzerinde bir kısmı da cahil. Fakat 2003 yılı toplam borçlar ise 800 milyar doların altında değil.

Neden yerkürenin bu kısmı, savaş sonrası Kanada Yeni Zelanda ve Avustralya gibi bizden daha az gelişmiş olan eski Avrupa kolonilerinde görülen kalkınmayı başaramadı.bu yoksa Birleşik Devletlerin arka bahçesi olmak gibi şüpheli bir imtiyazdan mı kaynaklı? Yoksa bizler beyazların, siyahların ve yerlilerin yüz karası bir grubu muyuz? Fakat insan genomu üzerine yapılan bilimsel çalışmalar farklı etnik gruplar arasında zihinsel kapasite noktasında hiçbir fark olmadığını gösteriyor. Peki hata nerde?

Konuşmama geçmişte ve bugün var olan her şey insanlığı zora koşmuştur. Kapitalist üretim ve paylaşım sisteminin artık olmadığı ve bununla beraber insanın insanı sömürüsünün yok olduğu zaman insanlık için tarih öncesi dönem kapanmış olacaktır diyen Karl Marx’a tamamen katılıyorum. O, bizim türümüzün tarihsel gelişimini diyalektik gelişmeye bağlamıştır.

Bu bakış açısı bir çok insana göre çok basit ve geçerliliği olmayan bir düşünce olarak algılanabilir. Marx , sınıfların yeni oluşmaya başladığı, ahlaksız ve sömürücü olması kaçınılmaz olan bir topluma dönüşen, ve yeni bir çağın da yolunu açan kapitalizmin ilk evresini inceledi. Marx bu düşüncelerini oluşturmaya başladığında henüz elektrik, telefon, içten yanmalı motorlar, büyük kargolar taşıyan çok hızlı modern gemiler, modern kimya, sentetik ürünler, birkaç saatte yüzlerce yolcuyla Atlantik’i geçen uçaklar, radyo televizyon ve bilgisayar yoktu. Marx bu düşüncelerini oluştururken, insanın sorumsuzca ve korkutucu bir şekilde modern teknolojiyi ormanları yok etmek için, dünyayı aşındırmak için, milyonlarca hektar verimli toprağı çöle çeviren, denizleri kirleten, hayvan ve bitki türlerini ortadan kaldıran, içtiğimiz suyu nefes aldığımız havayı kirletmek için kullanacağı düşüncelerinden bir hayli uzaktı.

Marx, fikirlerini o dönemin en gelişmiş ülkesi olan İngiltere’de oluştururken, işçi köylü ittifakının ihtiyacını ve o dönemin dünyasından ortaya çıkabilecek sömürgeciliğin olası muazzam problemlerinden bahsetmemişti. Bu düşünceler daha sonrasında Lenin’in dehasıyla birlikte Çarlık Rusya’sında açığa çıktı ve gelişti.

İngiliz sanayi devriminin hızlanan gelişimine, Fransa ve Almanya sanayi devrimlerinin ise oluşumlarına tanıklık etmiş olan Marx’ın zamanında hiç kimse eğer medyum değilse, ki bu onun kişiliğine oldukça yabancıdır, Amerika Birleşik Devletlerinin Marx’ın ölümünden 60 yıl sonra oynamaya başlayacağı rolü önceden göremezdi.

Malthus karamsarlığın tohumlarını ekerken Marx umudu aşılıyordu.

O günlerde gezegenin coğrafyası ve biyosferi- yeryüzü, ormanlar, denizler ve hava- yöneten kurallar çok az biliniyordu. Ayrıca uzay hakkında da çok az şey biliniyordu. Rölativite teorisi henüz geliştirilmediği gibi büyük patlama hakkında yazılmış tek bir sözcük bile yoktu.

Marx cep telefonlarının insanlara dünyanın bir ucundan diğer ucuna ışık hızında haberleşme olanağı sağlayacağını; mallar yer değiştirmeden hisse senetleri, bonolar ve döviz ticareti yoluyla trilyonlarca doların el değiştireceğini ve spekülasyondan elde edilen karların artı değerden daha ağır basacağını hayal edemezdi.

Marx her şeyden önce üretici güçlerin gelişimine ve bilim ve insan yeteneğinin sonsuz olanaklarına inadı. Tümüyle gelişmiş bir dünyanın, toplumun maddi ve ruhani ihtiyaçlarını karşılayacak tüm malları üretmeye muktedir bir sistemin varlığı için bir ön koşul olduğuna inandı. Marx’ın imgeleminde tek bir ülkede gerçekleşecek bir devrim yoktu; o uzak bir geleceği görüyor ve benim anladığım kadarıyla, küreselleşen bir dünya fikri zihninde barış içinde bir araya gelmiş ve bu birlikteliğin sağlayacağı mevcut varlıkların tam kullanımına ulaşmış bir dünya olarak canlanıyordu. O dünyanın zenginle fakir arasında bölündüğünü dahi düşünmemişti. "Dünyanın Bütün İşçileri, Birleşin" demişti ve bu çağrı bugünkü dünyada bütün ülkelerdeki tüm kol ve kafa işçilerinin, köylülerin ve yoksulların "daha iyi bir dünya" için bir araya gelmeleri yönünde yorumlanabilir.

İnsanlık tarihinde ilk defa neslimizin tükenmesi tehdidiyle karşı karşıyayız. Bu tehlike sadece doğal çevrenin tahribiyle değil aynı zamanda siyasi tehditlerle, sürekli gelişen sofistike kitle imha silahlarla ve öldürücü, yok etmeye yönelik güçlere arka çıkan aşırı doktrinlerle kendini gösteriyor.

Bunlar dünya barışı için umudun baskın olduğu günler değil. Bir savaşın patlak vermesinin eşiğindeyiz. Bu, mukayese edilebilir güçlerin karşı karşıya gelmesi olmayacak. Bir yanda nükleer kapasiteye sahip, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi müttefiki tarafından desteklenen, ezici askeri gücü ve teknolojisiyle hegemonik bir süper güç; diğer tarafta on yıldan fazla süren bombalamalara maruz kalmış, Irak’ın, uluslararası toplum tarafından tanınan ve bağımsız bir devlet olan Kuveyt’i illegal işgalinin ardından kışkırtılan eşitsiz savaşın ardından çoğu çocuk yüz binlerce insanını açlık ve hastalıktan yitirmiş bir ülkenin acılı insanları.

Dünya kamuoyunun ezici çoğunluğu kin tutmuyor ve yeni bir savaşa karşı. her şeyden önce bu insanlar Birleşik Devletler hükümetinin uluslararası kuralları ve Birleşmiş Milletlerin gücünü ve otoritesini hiçe sayarak kendi başına böyle bir karar almasına karşılar. Bu güvenilir ve kanıtlanabilir olmayan kimi bahanelerle girişilen gereksiz bir savaş.

İran’la savaşı boyunca Batı tarafından hatırı sayılır şekilde desteklenen ve silahlandırılan Irak, 1991’de ABD karşısında yer aldığı savaşta tam anlamıyla güçsüzleştirildi ve ABD’nin saldırı ve savunma silahlarına karşılık verebilme kapasitesini kaybetti.

Öte yandan ABD, Irak’ın nükleer, kimyasal yada biyolojik silah kullanmasının risklerini, eğer gerçekten Irak bu silahlara sahipse; ki bu çok küçük bir olasılıktır ve eğer öyle ise bile bunların kullanımı siyasi olarak bir saçmalığa askeri olarak ise bir katliama denk düşecektir, tamamen ortadan kaldıracak kapasiteye sahip.

Gerçek tehlike şudur ki, böylesi bir silahlı saldırı Irak halkı açısından yurtsever bir savaşa dönüşecektir ve kimse onların bu saldırıya verecekleri karşılığın ve direnişin ölçüsünü, savaşın ne kadar süreceğini, kaç kişinin ölümüne ve ne kadar yıkıma neden olacağını, her iki taraf için de insani, siyasi ve ekonomik sonuçlarının ne olacağını öngöremez.

Kuşkusuz dünya, bugün yaşanan derin krizin göbeğinde, inanılmaz ekonomik risklere maruz kalacak. Kimse bu koşullar altında petrol fiyatlarına ne olacağını tahmin edemez.

Jose Marti’nin doğumunun 150. yıldönümü vesilesiyle, 28 Ocakta yaptığım konuşmada Birleşik devletler başkanı tarafından yapılan kimi konuşmaları analiz etmiştim. Şimdi bir kaç noktanın altını çizeceğim.

"Bütün gerekli savaş silahlarını kullanacağız"

"Bütün bölgelerdeki bütün devletler şimdi bir karar vermek zorundalar. Bizimle mi yoksa teröristlerle mi birliktesiniz."

"Bu uygarlığın kavgasıdır."

"Günümüzün en büyük başarısı ve tüm zamanların en büyük umudu, şimdi bize bağlı"

"Ve tanrının tarafsız olmadığını biliyoruz"

(20 Eylül 2001)

"Güvenliğimiz ordumuzun dönüşümünü gerektiriyor. Dünyanın karanlık köşelerini vurmaya, etkisizleştirmeye yönelik faaliyete hazır olması gereken bir ordu..."

"60 ya da daha fazla ülkedeki terör odaklarını ortaya çıkarmalıyız"

"İyiyle kötünün çatışmasının içindeyiz"

(1 Temmuz 2002’de West Point Askeri Akademisinin 200. yılı vesilesiyle yapılan konuşmadan)

"Birleşik Devletler Irak’ın tüm dünyaya meydan okuyan tavrını görüşmek üzere BM Güvenlik Konseyini 5 Şubatta toplantıya çağıracaktır"

"Bu konuyu görüşeceğiz, fakat bir yanlış anlaşılmaya meydan vermeyelim. Eğer Saddam Hüseyin tamamen silahsızlanmazsa halkımızın ve dünya barışının güvenliği için onu silahsızlandıracak bir koalisyona liderlik edeceğiz."

"Ve eğer savaşa zorlanırsak, Birleşik Devletler ordusunun bütün gücü ve kudretiyle savaşacağız."

(5 Şubat 2003, Kongre konuşması)

Başkan Bush tanrının tarafsız olmadığı kanaatinde olsa da Papa 2. John Paul ve dünyanın neredeyse bütün dini liderleri bu savaşa karşı. Efendinin tasarılarını kim tam anlamıyla yorumlayabilir?

İki gün önce burada insanlığın geleceğini tartışıyorduk.Kimileri küreselleşmenin ardından neyin geleceğini, dünyanın mevcut ekonomik düzeninin kısa ömürlü mü yoksa uzun ömürlü mü olacağını, emperyal sistemin ne kadar süreceğini merak ettiler. Büyük bir riski göze alarak üzerine birden fazla kez kafa yorduğum bu sorulara kimi yanıtlar geliştirmeye çalışacağım

İnandığım bazı kanaatleri esas alıyorum. İnsanlar tarihi yaratmaz. Öznel faktörler önemli olayları hızlandırabilir ya da uzun zaman geciktirebilir, ama bunlar belirleyici faktörler değillerdir, sonucu değiştiremezler. İnsandan ya da doğadan kaynaklanan çok ciddi kazalar, bir nükleer savaş, doğanın hızlı bir tahribi ve iklimde meydana gelecek görece ciddi bir değişme; insan zekası tarafından yapılan en öngörü sahibi tahminleri ve hesapları değiştirebilir. Bütün bunlar daha hâlâ engellenebilir.

Belirleyici faktörler, insan toplumunun gelişim süreçlerinden kaynaklanan nesnel faktörlerdir.

Ekonomi bir doğa bilimi değildir, bir sosyal bilimdir. Dolayısıyla kesin değildir ve olamaz. Belirli bir zamanda, belirli bir sosyo-ekonomik düzen içinde oluşmuş kavramlar ve fikirler, eğilimler ve yasalar, bu sistemler son demlerini yaşasalar ve hatta sona erseler bile kendilerini koruma eğilimdedirler. Bu genellikle olayların doğru bir yorumunu yapmayı zorlaştırır. Sosyal bilimler konulu toplantılarda duyageldiğimiz fikirlerin ve teorilerin çeşitliliği buna delalettir. Bazı derin devrimci süreçlerde yapılan büyük hatalar da bir başka örnek olabilir.

Siyaset, bilimden çok sanatsa da, kanımca bilim ve sanatın bir birleşimidir.

İki durumda da sorumluluğun insanda olduğunu ve bu sorumlulukların insanın genetik yapısındaki bileşenler kadar çeşitli olduğunu unutmamalıyız.

Tarihten çıkarabileceğimiz çok inandığım bir sonuç var: Büyük çözümler ancak büyük krizlerden doğarlar. Bu kurala çok az istisna vardır.

Bugün hem ekonomik hem de siyasi olarak büyük ve genel bir kriz içindeyiz. Bu ilk gerçek küresel kriz olabilir.

Mevcut ekonomik düzen sürdürülemez ve katlanılamazdır. Büyük ve radikal değişimlerden başka çözüm yoktur. Gerçekliği kavramak için burada ve başka yerlerde saydığımız bir sürü veriyi tekrarlamaya hiç gerek yok. Yerelliklerdeki, bölgelerdeki ve yarıküredeki giderek daha sık tekrarlanan krizler bunu gösteriyor. Zengin-yoksul hiçbir ülke bu krizlerden azade değil. Birçok siyasi partiye güvenin zerresi kalmadı. İnsanlar eskisi gibi yönetilemez hale geliyorlar. Uluslararası finans çevreleri ve DTÖ gibi yan kuruluşları, ya da G-7 gibi zengin ülkeler artık toplantı yapacak yer bulamıyorlar. Dünyanın içinde bulunduğu trajediden etkilenen ya da buna duyarlı olan sosyal hareketler ve örgütler her yerde sayıca büyüyor. Modern teknoloji sayesinde geleneksel medya olmadan da mesajlar yayılabiliyor.

800 milyon kişi halen okuma yazma bilmiyorsa da milyarlarca kişinin belli miktar bilgiye şu ya da bu araçla ulaşma imkanı var; ve bu insanlar her gün işsizlik, yoksulluk, topraksızlık, yetersiz sağlık hizmeti, yetersiz güvenlik, okulların azlığı, yetersiz barınma imkanı, minimum hijyene ulaşamama, kendine güven eksikliği, sosyal statü düşüklüğü vb.nin kamçısını hissediyorlar. Tüketim manyağı ticari reklamlar bile insanlara karşılanamayan ihtiyaçlarını hatırlatıyor ve umutsuzluklarını arttırıyor.

Bu sistematik kandırılmaya devam etmek imkansız hale geldi. Bu insanların hepsini öldüremezler, dünyada 6.2 milyon kişi yaşıyor. Üçüncü Dünya ülkelerinin hoşnutsuzluklarına gelişmiş ülkelerden her gün doğal kaynakların sorumsuzca kullanılması sonucu havanın, suyun, toprağın ve bitkilerin zehirlenmesini gördükçe, güzel olan her şeyin yok olduğunu izledikçe kendi gelecekleri ve çocuklarının gelecekleri için endişelenen milyonlarca eğitimli işçi, profesyonel sektörlerden erkek ve kadınlar ile orta sınıflardan kişiler katılıyor. İnsanoğlunun dünyanın herhangi bir bölgesinde varlığını sürdürmesi, hayatta kalmak için bir savaşa dönüşüyor.

İnsanlığın varolan akışı değiştirmekten başka bir seçeneği olmadığını kimse inkar edemez. Peki nasıl değiştirilecek? Siyasi, ekonomik ve sosyal yaşam hangi yeni biçimlere bürünecek? Bu cevaplanması en zor soru; son olarak ifade etmek istediğim düşüncelerim buna yanıt oluşturuyor.

Bu durumda öznel faktör her zamankinden daha önemli bir rol oynayacak, bu nedenle insanları bilgilendirmeye ve düşünmeye sevk etmek gerekiyor. Bilginin yayılması, tartışmalara devam etmek ve bilinç oluşturmak, öznelerin en ileri durumda olanlarının görevi olacak. Porto Alegre’deki Dünya Sosyal Forumu, mücadelenin yeni yöntemleri üzerine cesaret verici bir örnekti. Orada düşünüp tartışmak buluşan yüz bin kişi, dünyaya nesnel olarak dayatılan değişimleri yaratacak ve sürükleyecek güçler hakkında bir vizyon oluşturdular.

Küba’da biz buna "Fikirlerin Savaşı" deriz. Üç yıl iki aydır bu savaşı tüm gücümüzle veriyoruz. Bu çerçevede çoğu eğitim, kültür, bilginin yayılması, eğitim sisteminde devrim, geniş bir yelpazede siyasi ve ekonomik konular hakkında bilgilendirme, sosyal çalışma, daha yüksek çalışmalar için imkanları arttırmak ve en çetin sosyal sorunlarımızın sebep ve sonuçlarının derinlemesine incelenmesi üzerine yüzden fazla sosyal program başlattık. Hedefimiz, tüm toplumun bütünsel bir genel kültüre ve bilgiye sahip olması, bu olmadan üniversite mezunları bile yarı cahil sayılır.

Planlarımız iddialı; ancak bugüne kadar elde ettiğimiz sonuçlar bizi daha da cesaretlendiriyor.

Tüm dünyanın içinden geçtiği büyük ekonomik krize karşın ülkemiz işsizlik oranını %3.3’e düşürmeyi başardı. Yıl sonuna kadar bu oranı %3’ün altına düşürerek tam istihdamlı ülke statüsüne geçmeyi umuyoruz.

Daha iyi bir dünya için verilen mücadeleye yapabileceğimiz belki de en büyük katkı, tüm beşeri ve maddi kaynaklar halkın hizmetine sunulduğunda pek az şeyle pek çok başarı elde edilebildiğini göstermemizdir.

Doğa yok edilemez, çürümüş ve müsrif tüketim toplumları ise hayatta kalamaz. Zenginlik üretiminin sonsuz olabileceği bir alan vardır: Bilginin alanı, kültür ve sanatın alanı ve onu var eden etik, estetik ve dayanışma temelinde bir eğitim, yokluğunda hayatın niteliğinden söz etmenin imkansız olacağı dopdolu bir manevi hayat, toplumsal, zihinsel ve fiziksel sağlık.

Bizi bu hedeflere ulaşmaktan alıkoyabilecek bir şey var mı?

Hepimizin iddia ettiği şeyi kanıtlamak istiyorum: Daha iyi bir dünya mümkün!

İnsanlığın kendi tarihini yazmaya başlayacağı gün geldi!

Çok teşekkür ederim.

Giriş | Hakkımızda | Yazılar | Fotoğraf Galerisi | Üyemiz Olun | Kitaplık | Linkler

Bu sitenin son güncelleştirilme tarihi 08/08/03
© 2003  t o p i g   web tasarım