İnsanlık tarihinin son 500 yılı
kapitalist gelişmenin ve kapitalist egemenliğin de tarihidir.
İnsanlığın 'uzun geçmişi' dikkate alındığında kapitalizmin egemen
üretim tarzı haline gelmesiyle insanlık tarihinde önemli bir
"kırılma" söz konusu olmuştur. Zira, kapitalizm kendini önceleyen
üretim tarzlarından, ya da 'uygarlık modellerinden' önemli
farklılıklar içeriyordu.
Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine, rekabete, yüksek
teknolojiye, ücretli emek sömürüsüne dayanıyor ve bir 'sömürü
metabolizması' olarak işliyor. Farklı üretim tarzlarını
dönüştürüyor, kendine benzemeyen ne varsa kendi ihtiyaçları
doğrultusunda biçimlendiriyor-biçimsizleştiriyor. Bu niteliği
itibariyle kapitalist üretim tarzı başka üretim tarzları veya
uygarlık modelleriyle 'barış içinde' bir arada yaşayamıyor. Hem
yatay hem de dikey olarak gelişiyor.
Bunu şöyle de ifade etmek mümkündür: Birincisi, daha önce kapitalist
ilişkilere yabancı toplumları, üretim ve yaşam biçimlerini etkisi
altına alarak, coğrafi olarak genişliyor; ikincisi, daha önce
(hâlen) kapitalist üretimin etkisi altına girmiş olan alanda da
dikey olarak genişliyor veya yoğunlaşıyor (eskiden aile içinde
gerçekleşen bir dizi faaliyetin birer meta kategorisi haline
gelmesinde olduğu gibi. Artık domates salçası evde yapılmıyor,
kapitalist işletme tarafından üretilen konserve satın alınıyor,
köftenin harcı ve kendisi de büyük alış-veriş merkezlerinden
sağlanabiliyor, vb.).
Kapitalist üretimde, prekapitalist döneme ait üretim tarzlarından
farklı olarak, üretim pazar içindir, dolayısıyla amaç doğrudan insan
ihtiyaçlarını karşılamak değildir. İnsan ihtiyaçlarıyla
kapitalistlerin ürettiği mal ve hizmetler arasındaki bağ ancak
dolaylı olarak pazarda kuruluyor. Asıl amacın doğrudan insan
ihtiyaçlarını karşılamak olmadığı koşullarda, üretim ihtiyaçlardan
bağımsızlaşıyor. Amacın kâr etmek ve kârı büyütmek olduğu ve
toplumsal ihtiyaçlarla üretim arasındaki doğrudan bağın koptuğu
koşullarda, üretim sistemi toplum karşısında özerkleşiyor. Pazar
için, dolayısıyla kâr amacıyla üretim, giderek sermaye üretimi,
sermayenin yeniden üretimi biçimini alıyor ki, sonuç üretim için
üretimdir...
Üretimin rekabete dayanması ve her bir kapitalist işletmenin ayakta
kalabilmek için daha çok artı değere el koyma zorunluluğu, bir
taraftan emek sömürüsünü derinleştirmeyi, diğer taraftan da yeni
teknolojilere ve daha büyük sermayeye sahip olmayı gerektiriyor.
Kapitalistler arasındaki toplam artı değerden pay alma yarışı,
teknolojinin sürekli yenilenmesini zorluyor. Bu niteliği itibariyle
kapitalist üretim tarzı teknikçi bir tarzdır. Kapitalizmle birlikte
emek üretkenliği, kapitalizm öncesi dönemin insanlarının
havsalasının almayacağı boyutlara ulaşmış bulunuyor. Bu da bu günkü
teknik seviyenin insan ihtiyaçlarını 'büyük bir rahatlıkla'
karşılama potansiyeline sahip olunduğu anlamına gelir. Fakat,
kapitalist üretim ilişkileri altında teknolojik gelişmenin birincil
veya aslî amacı sömürüyü, dolayısıyla kârı artırmaktır...
Bu niteliği itibariyle kapitalizm 'müthiş yaratıcı' bir sistemdir.
Ama aynı zamanda 'müthiş yıkıcı' bir sistemdir de. Ücretli emek
sömürüsü ve her seferinde üretim sürecine sokulan yeni teknolojiler
zenginliği artırıyor ama üretilen bu zenginlik giderek dar bir
kapitalist sınıfın ve çevresinin (burjuva sınıfının) elinde
toplanıyor. Bu niteliği itibariyle de kapitalist üretim
kutuplaştırıcıdır.
Bunun anlamı her ileri aşamada zengin-yoksul farkının mutlak veya
göreli olarak büyümesidir. Fakat, sadece dar anlamda sermaye sahibi
sınıfla üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksun (kavramın
gerçek anlamında proletarya) işçi sınıfı arasındaki kutuplaşma
derinleşmekle kalmıyor, dünya ölçeğinde emperyalist merkezlerle
'bağımlı çevre' arasında da daha kapsamlı bir kutuplaşma ortaya
çıkıyor. Söz konusu kutuplaşma ancak işçi sınıfı ve 'bağımlı
çevredeki' emekçilerin mücadele ve müdahaleleriyle sınırlanabilir
veya ortadan kaldırılabilir ki, bu da sınıfsal güç dengelerinin
kısmen veya tamamen sömürülen sınıflar ve halklar lehine döndüğü
durumda mümkündür.
Kapitalist üretim tarzının bir özgünlüğü de ekonomi- toplum
ilişkisinin ters-yüz olmasıdır. Bu durum, yukarda sözünü ettiğimiz,
üretimle ihtiyaçlar arasındaki ilişkinin kopmasıyla, üretimin kendi
başına bir amaç durumuna gelmesiyle doğrudan ilgilidir.
Kapitalizm öncesi üretim tarzlarında veya uygarlıklarda, ekonomi
toplumun içine yerleşmişti ve onun hizmetindeydi. Kapitalizmle
birlikte bu ilişki ters-yüz oldu ve toplum bir bakıma ekonominin
hizmetine sokuldu. İşte bu durum, ya da başka türlü ifade etmek
istersek, üretim sisteminin toplum karşısında özerkleşmesi, sayısız
kötülüklere ve olumsuzluklara kaynaklık etmektedir. Şimdilerde bir
gezegen riskinin ortaya çıkarak insanlığın ve uygarlığın geleceğini
tehdit eder boyutlara ulaşması, araçlarla amaçların yer
değiştirmesinden, ters-yüz olmasındandır. Kapitalizm varolmaya devam
ettikçe ne onun kutuplaştırıcı niteliğiyle başa çıkılabilir ne de
üretimin insan ihtiyaçlarından bağımsızlaşmasının ortaya çıkardığı
olumsuzluklar ortadan kaldırılabilir.
Fakat, kapitalizmin en belirgin niteliği, onun bir meta uygarlığı
olması ve her şeyi metalaştıran niteliğidir. Sadece üretilen mal ve
hizmetler değil, doğayı ve insan emeğini, toplumsal yaşama dahil
olan ne varsa (insan ilişkileri, aile içi ilişkiler, bilimsel ve
estetik faaliyet, eğlence alanı, insan yaşamının tüm vehçeleri.)
metalaşıyor, paralılaşıyor, soysuzlaşıyor, anlamsızlaşıyor. Ve bütün
bunlar da ilerleme, kalkınma, vb. olarak sunuluyor... Burada bir
benzetme yapabiliriz. Nasıl kapitalizm merkezden çevreye
(kapitalizmin ilk geliştiği bölgelerden henüz kapitalist olmayan
coğrafi bölgelere) doğru genişleyip yayılıyor ve söz konusu
bölgeleri etkisi altına alıp sömürgeleştiriyorsa, insan yaşamının
veya aynı anlama gelmek üzere sosyal yaşamın tüm veçhelerini de aynı
biçimde sömürgeleştiriyor.
Bir başka özellik ekonomi-politika ilişkisiyle ilgilidir. Bilindiği
gibi kapitalizm öncesi toplumsal formasyonlarda veya uygarlıklarda
belirleyicilik ilişkisi siyasetten ekonomiye doğruydu. Siyasi gücü
elinde bulunduran sınıf, ekonomik güce de sahip oluyordu. Başka
türlü ifade edersek, servete ve zenginliğe giden yol siyasetten
geçerdi. Kapitalizmle birlikte bu ilişki de ters-yüz olmuştur. Artık
siyaseti belirleyen ekonomidir, ekonomik gücü elinde
bulunduranlardır. Bu durumun etik sorunlar yaratması kaçınılmazdı.
Üretim araçlarının kapitalist sınıfın elinde toplanması, zenginliği
üreten işçi sınıfının da hem üretmek hem de yaşamak için gerekli
araçlardan yoksun olması, yaşamını sürdürebilmek için, işgücünü
kapitaliste satma zorunluluğu, kapitalizme özgü bir yeniliktir.
Kapitalistler arasındaki rekabet üretim tekniklerini yenilemeyi
zorluyor ve bu durum gelir bölüşümünün sürekli olarak doğrudan
üretici olan işçi sınıfı aleyhine bozulmasıyla ve kapitalist sınıfın
işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin artmasıyla sonuçlanıyor.
Velhasıl her ileri aşama, sınıflar, bölgeler ve ülkeler arasındaki
kutuplaşmanın, zenginlik-yoksulluk farkının derinleşmesi anlamına
geliyor. Bu durum kapitalizmin yapısında ve mantığında içerilmiş
eşitsiz gelişmenin bir tezahürüdür. Fakat, sorun sadece eşitsiz
ilişkilerin yaygınlaşması değildir. Aynı zamanda melez üretim
ilişkileri de ortaya çıkıyor ki, bu sadece ekonomik bir kategori
değildir. Sosyal ve kültürel yaşamı da aynı biçimde angaje eden bir
şeydir. Marksist literatürde eşitsiz ve bileşik gelişme denilen
süreç veya eğilim.
Kapitalizmin kendini önceleyen üretim tarzlarından ayrıldığı bir
husus da bireyin toplumdaki konumuyla ilgilidir. Bilindiği gibi,
kapitalizm öncesi dönemde birey-toplum çelişkisi toplum lehine
olarak 'çözülmüş' bulunuyordu. Kapitalizmi önceleyen uygarlık
modellerinde veya sosyal formasyonlarda birey topluma tabi
kılınmıştı. Tâbir maruz görülürse, birey, ait olduğu toplum veya
topluluk tarafından ehlileştirilmiş durumdaydı. Dolayısıyla birey
aile içindeki, klandaki veya topluluktaki statüsüne göre ve onun
aracılığıyla tanınıyordu. Kapitalizmle birlikte veya burjuva
toplumunda, birey-toplum ilişkisi de ters-yüz olmuştur. Modern
çağların burjuva ideolojisi topluma karşı bireyin haklarını ve
özgürlüğünü ön plana çıkarıyor.
Elbette bu retorik düzeyde olumludur ama kapitalist ilişkiler
geçerliyken iki sorun söz konusudur: Birincisi, üretim araçları,
yaşam araçları veya zenginlik dar bir ayrıcalıklı egemen sınıfın
elinde toplandığı sürece, bireysel özgürlükler ve sivil haklar
söylemi son tahlilde içi boş bir söylem olarak kalmaya mahkumdur,
nitekim öyle oluyor; ikincisi, Samir Amin'in de belirttiği gibi,
ilişkinin bu biçimde ters yüz olması, insan özgürlüğünün
gerçekleşmesi için bir önkoşul olmakla birlikte, bu insan
ilişkilerinde sürekli saldırganlığı da özendirebiliyor. Zira,
kapitalist ideoloji rekabeti yüceltiyor ve ancak güçlünün yaşama
hakkı olduğunu vazediyor. Bu da kaçınılmaz olarak etik sorunlar
ortaya çıkarıyor ve etik kaygıların yokluğunda zincirlerinden
boşanmış saldırganlığın ne tür vahşetlere kaynaklık ettiği
biliniyor.
Bir ücretli kölelik rejimi olan kapitalist üretim tarzı varolabilmek
için, üretim araçlarını sürekli yenilemek, devrimcileştirmek
durumundadır ve yayılma ve genişleme eğilimi sisteme içkin bir
özelliktir. Bu niteliğinden ötürü emperyalizm kapitalizme içkindir,
dolayısıyla da kapitalizm varsa emperyalizm de vardır.
Elbette kapitalist saldırının derinleştiği dönemler söz konusudur
ama bu sadece ilişkilerin yoğunlaşmasıdır. Bu yüzden de emperyalizm
kapitalizmin bir aşaması değildir. Kapitalist üretim tarzı kendini
sürekli olarak yeniliyor ve her aşamada sömürü ilişkileri (özü aynı
kalmak koşuluyla) değişime uğruyor, kapitalist egemen sınıfla ezilen
- sömürülen sınıf arasındaki ilişkiler, aynı şekilde kapitalist
dünya sisteminin çevresiyle merkezi arasındaki ilişkiler biçim
değiştiriyor, üretim tekniklerindeki her yenilik, işçi sınıfının
yapısını ve sermaye sınıfıyla ilişkisini, mücadele yöntem ve
araçlarını yeniden biçimlendiriyor.
Ama bütün bu değişiklikler sistemin özünü ve mantığını angaje
etmiyor. Bu yüzden artık emperyalizm döneminin geride kaldığı, onun
yerini imparatorluğun aldığı biçimindeki değerlendirmeler hem gerçek
duruma denk düşmüyor hem de kapitalizmi aşma, 'başka bir şey yapma',
'sınıfsız toplumu kurma' perspektifi bakımından itibar edilmesi
gerekmeyen yaklaşımlardır. Kapitalizmin her alt-evresinin
özgünlüğünü kavramak son derece önemlidir ama onu yeni ve orijinal
bir şeymiş gibi sunmak sınıf mücadelesinin başarısı bakımından
itibar edilmesi sakıncalı bir şeydir. Tekellerin ortaya çıktığı
döneme ve sadece o döneme emperyalizm denilirse, onu önceleyen
sayısız saldırı ve yıkımlara da bir ad takmak gerecektir, mesela
yayılmacılık gibi... Oysa yayılmacılık kapitalizmde içerilmiş bir
eğilimdir. Aynı şekilde kapitalizmin son dönemini tanımlamak için
'emperyalizmin en yüksek aşaması' ya da onun yerine
'küreselleşmenin' kullanılması gibi... Elbette bir kavram yaygın
kullanıma ulaştığında sizin de o kavramı kullanmanız gerekebiliyor
ama her seferinde kavrama yüklediğiniz anlamı gözden uzak tutmamak
önemlidir.
Kapitalist üretimde içerilmiş genişleme ve yayılma eğilimi, yine
kapitalist üretimde içerilmiş başka bir eğilimin doğrudan sonucudur
ki, bu merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimidir. Birbirinden bağımsız
binlerce, yüzbinlerce kapitalist işletme, keskin bir rekabet
ortamında varolmak durumunda ama daha önce de değindiğimiz gibi,
rekabete karşı koyabilmek ancak sürekli büyümekle mümkün. Zayıflar
güçlüler tarafından yutuluyor. Daha güçlü olmak için firmalar
birleşiyor (füzyon) veya anlaşmalar ve uzlaşmalar yoluyla rakipleri
karşısında üstünlük sağlama yoluna gidiyorlar. Bu eğilim, giderek
sermayenin belirli ellerde toplanmasıyla sonuçlanıyor.
Dolayısıyla, kapitalist birikimin her ileri aşaması tekelleşmenin
yoğunlaşmasıyla ve az sayıda tekelin dünya pazarına hakim olmasıyla
sonuçlanıyor. Bu durum, başlangıçta ulusal ölçekte (ulus-devletin
sınırları içinde) faaliyet gösteren kapitalist işletmelerin neden
uluslararası arenada boy göstermek zorunda olduğunu, giderek küresel
planda faaliyet gösterdiklerini de açıklar. Şimdilerde 200 kadar
çokuluslu şirketin (bunlara transnasyonal firmalar da deniyor) dünya
pazarına yön verecek güce ve etkinliğe ulaşması, sözünü ettiğimiz
eğilimin bu gün ulaştığı düzeyden başkası değildir.
İçerdiği ikili eğilim: Bir taraftan merkezileşme ve yoğunlaşma,
diğer taraftan genişleme ve yayılma eğilimi ve dinamiği, kapitalist
sistemin daha baştan bir dünya sistemi, küresel bir sistem olarak
sahneye çıktığı anlamına gelir. Bu yüzden de ne emperyalizm ne de
şimdilerde küreselleşme olarak sunulan yeni ve orijinal değildir. Bu
bakımdan 1519 da Meksika'yı fethe giden İspanyol konkistatörü
Hernando Cortés'le şimdilerde Irak'ı fethe gideceği söylenen
Amerikan generali Tomy Franks, aynı misyonun adamlarıdır ve aynı
saiklerle hareket ettiklerinde şek şüphe yoktur.
Bu yüzden kapitalist gelişmenin belirli bir evresini emperyalist
olarak tanımlamak, kaçınılmaz olarak bir başka evresini de başka
türlü tanımlamayı gerektirir ki, bu kapitalizmin anlaşılması ve
anti-kapitalist mücadele bakımından uygun değildir. Zira, amaç her
koşulda ve her aşamada aynıdır: Çevre ülkelerin (sömürge ve
yarı-sömürge ülkeler) doğal ve beşeri kaynaklarının sömürüsü, bu
sosyal formasyonların egemen durumdaki merkez kapitalizminin
çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirilmesi,
biçimsizleştirilmesi, yağması, talanı, vb... Kapitalizm hangi
aşamada olursa olsun, hangi gelişmişlik düzeyinde olursa olsun
çevrenin zenginliğinin merkeze taşınması süreci devamlılık arz
ediyor.
Aşamalar
Şüphesiz kapitalist yayılma askeri güce dayanıyor ama askeri gücün
gerisinde de mutlaka ve kaçınılmaz olarak ekonomik güç olmak
durumundadır. Ekonomik güce sahip olan ülke, ileri teknolojiye de
sahip oluyor. Ancak büyük bir askeri gücü finanse edip dünyanın her
yerine ulaştırma yeteneğine sahip olanlar sömürgeci-emperyalist
emeller besleyebilirler. Fakat, akıldan çıkarılmaması gereken önemli
husus şudur: Emperyalist yayılmanın temel sâiki her zaman
ekonomiktir. Bazı tarihçiler ve 'teorisyenler' emperyal yayılmayı
başka saiklerle açıklamaya girişmişlerdir ama inandırıcı olmaları
mümkün değildir. Doğu Hint Kumparyasının (East India Company)
adamları da, ilk defa Orta Amerika ve Karaiblere ulaşan Ispanyol
konkistatörleri (Conquistadores) de, köle tacirleri de, paralarını
dünyanın şurasında burasındaki madenlere yatıran para babaları da,
bu günün 'küresel spekülatörleri' de vb. neyin peşinde koştuklarını
gayet iyi biliyorlardı: Zengin olmak, bu amaçla da dünyanın her
yerindeki doğal ve beşeri zenginliğe el koymak.
Başlangıçta kimi bölgelerin sömürgeci-emperyalist Avrupalılar
tarafından doğrudan sömürge statüsüne sokulmaları gerekliydi.
Belirli bölgelerin sömürüye açılması için bazı ülkeler ve bölgeler
doğrudan denetime tâbi tutulmak durumundaydı.
Kimi zaman böyle bir durum, sömürgeci-emperyalist Avrupalı güçler
arasındaki rekabetin de bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Batılı
ülkelerin doğrudan sömürgesi (askeri, ekonomik ve siyasi denetim
tekeli anlamında) olan ülkelerin yanında bir de doğrudan sömürge
olmamakla birlikte emperyalist sömürüye maruz kalan ülkeler vardı.
(Bu tür egemenlik ilişkileri bütününe yarı-sömürge statüsü deniyor).
Nitekim eşitsiz ticari ve ekonomik ilişkiler yoluyla söz konusu
ülkeler emperyalizme bağımlı hale gelebiliyor. Osmanlı İmparatorluğu
bu duruma tipik örnektir. Aynı şekilde Orta ve Güney Amerika'daki
İspanyol sömürgelerinin bağımsızlıktan sonraki durumu da Osmanlı
İmparatorluğunun durumundan farklı değildi. İspanyolların ve
Portekizlilerin doğrudan sömürgesi olan bu ülkeler daha sonra
İngilizlerin, daha ileriki aşamada da ABD'nin nüfuz bölgesi ve
sömürü alanı haline geldiler. Her aşamada eşitsiz ekonomik-ticari ve
yatırım ilişkileri sonucu beşeri ve doğal zenginlikleri emperyalist
ülkelere taşındı.
Emperyalizme bağımlılık yarı-sömürge statüsü altında da mümkündür.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında doğrudan sömürgecilik tasfiye
edildiği halde bu ülkelerin emperyalizmle ilişkilerinde kayda değer
bir değişikliğin olmadığını da hatırda tutmak gerekir. Bu gün de
emperyalist batının 'eski sömürgeleri' olan siyaseten bağımsız bu
ülkelerinin yer altı, yer üstü ve beşeri kaynakları emperyalist
sömürüye tâbî olmaya devam ediyor...
Kapitalizmin sahneye çıktığı ilk fetihler dönemi olan 15. yüzyılın
sonu ve 16. yüzyılın başında, Batı Avrupalılar Çin ve Hindistan'dan
ne daha zengin, ne de teknolojik düzey olarak daha ileriydiler. O
dönemde Arap kentleri 'uzun mesafe ticaretini' denetimleri altında
tutuyordu. Sadece bazı Batı Avrupa kentleri silah üretimi ve gemi
inşasında 'ileriydiler'. Zaten İspanyol ve Portekizlilerin daha
sonraki 'deniz üstünlüğü' de bu iki üstünlüğün sonucu olarak ortaya
çıkmıştı.
Ticari sermaye birikimi veya merkantilist dönem de denilen
kapitalist gelişme ve yayılma döneminin (kabaca 1500-1800 arası) ilk
aşamasında İspanyollar ve Portekizliler egemenliklerini
pekiştirdiler. Nitekim İspanyol imparatorluğu esas itibariyle Orta
ve Güney Amerika'daki kıymetli madenlerin işletilmesine dayanıyordu.
Üretilen altın ve gümüş Panama Kanalı üzerinden İspanyaya
ulaştırılıyordu. Elbette İspanyol sömürüsü sadece değerli madenlerle
sınırlı değildi. Büyük plantasyonlar da oluşturuldu ve bu her iki
alanda 'zora dayalı çalıştırma' veya köle emeği kullanılıyordu.
Portekizlilerse daha çok stratejik öneme sahip ticaret kapılarını
denetim altında tutmayı yeğliyorlardı. Baharat ticaretini ellerinde
bulunduruyorlardı ama daha sonra Afrika köle ticaretine giriştiler.
Bu dönemde Batı Avrupa'nın zenginliği Amerika kıtasından gelen
kıymetli madenler, Asya'nın baharatı ve serf emeğine dayalı Doğu
Avrupa'nın (Rusya, Polonya , vb.) hububatına dayanıyordu.
17. yüzyıldan itibaren İspanyol ve Portekiz imparatorlukları
üstünlüklerini önce Hollandalılar daha sonra da İngilizler lehine
olmak üzere kaybettiler. Üretim de köle emeğine dayalı
plantasyonlardaki şeker üretimine kaydı. Amerikan 'yerli nüfusunun'
sistematik jenosit ve katliamlarla hemen hemen yok edildiği
koşullarda, emek açığı ortaya çıkmıştı ve kapitalist plantasyonlarda
ve madenlerde çalışacak işgücü ancak Afrika'dan getirilecek köle
emeğiyle kapatılabilirdi. Avrupalılar, Hıristiyanlaştırma,
İspanyollaştırma, ruhları cennete yollama retoriğiyle Kuzey, Orta ve
Güney Amerika halklarına yıkımı ve yok oluşu dayattılar.
"Kuzey Amerika'da Yerliler, Sioux'lar, Iroquois'lar, Comanche'lar,
Huronlar, Cherokees'ler katledildiler. Orta Amerika'daki krallıklar:
Yucatán, Maya ve Aztekler, Toltéques'ler yok edildiler. Aynı şekilde
Güney Amerika'daki Chumi'ler, İnka'lar, Tukuna'lar, Tupi'ler vb.
kanda boğuldular." (1)
İspanyollar tarafından işletilen Bolivya'daki gümüş madenlerinde
1650 yılına kadar geçen dönemde yaklaşık 8 milyon Kızılderilinin
hayatını kaybettiğini hatırlamak (rahatsız edici olsa da )
gereklidir. Fetihin başlamasını izleyen yüzyıldan az bir zamanda
Meksika'da yaşayan 'yerli halkın' nüfusu yüzde 90 oranında azalarak
25 milyondan 1.5 milyona düştü, aynı şekilde Peru'daki nüfusun da
yüzde 95 oranında azalarak yok olmanın sınırına yaklaştığı
biliniyor. İşte bu aşamada 'Atlantik üçgeni' denilen ticari ilişki
ağı oluşmuştu. Avrupa'da üretilen sanayi malları (çoğunlukla silah)
gemilere yüklenip Afrika'ya, Afrikalı köleler Amerika'ya,
Amerika'nın şekeri, vb. de Avrupa'ya taşınıyordu. 18. yüzyıl aynı
zamanda İngiliz, Fransız ve Hollandalıların dünyanın geri
kalanındaki bir çok bölgeyi denetimleri altına aldıkları bir yüzyıl
olmuştu.
Sözünü ettiğimiz merkantilist dönemde kıtalar arası ticaret
büyümekle birlikte, kompozisyonu fazlaca değişmiş değildi. Ticaret
konusu olan mallar hâlâ lüks sayılabilecek mallardan oluşuyordu:
Baharat, tütün, şeker ve tabii kıymetli madenler (altın, gümüş) bir
de o dönemin bir özelliği olarak köle ticareti... Elbette
merkantilist dönemde en büyük tahribat Amerika kıtasında ortaya
çıktı. Amerika halkları yarattıkları uygarlıklarla birlikte
neredeyse bütünüyle tarihten silindi... İkinci derece tahribat köle
ticareti sonucu Afrika'da ortaya çıktı. Hindistan'ın zenginliğinin
yağmalanması dışında Asya'daki tahribat sınırlı kalmıştı.
18. yüzyıl, Batı Avrupa'da özellikle de İngiltere'de pazar için
üretim yapan ve ücretli işçi kullanan küçük boyutlu kapitalist
işletmelerin sahneye çıktığı yüzyıldı. Emek verimliliği artmaya
devam etmekle birlikte hâlâ dünyanın başka bölgelerinden (özellikle
Asya'dan) fazla yüksek değildi. Devlet destekli teknik gelişme
hızlanmıştı. Zaten on altıncı ve on yedinci yüzyıllar, ticari ve
askeri girişimleri destekleyen ve onlarla bağlantılı olarak gelişen
"bilimsel devrimler" çağıydı. Astronomideki ve zaman ölçümündeki
gelişme gemiciliğin gelişmesini hızlandırırken, fizik biliminde
'Newton devrimi' doğanın ve dünyanın 'algılanışını' baştan aşağı
değiştirmişti...
1800'lü yılların başında (19. yüzyıl) kapitalizm merkantilist
aşamadan sanayi kapitalizmine sıçradı. Ekonomik plandaki bu
'yeniliğe' siyasal planda burjuva devrimlerinin (Amerikan ama asıl
Fransız devriminin) itmesiyle yeni bir siyaset anlayışı eşlik etti.
Sömürgeci-emperyalist bir güç olan İngiltere, Fransa aleyhine
etkinlik alanını genişletti ve en önemlisi Hindistan'a yerleşerek
büyük bir 'hazineye' kavuştu. Zengin Hindistan'nın içi boşaltıldıkça
İngiliz imparatorluğu da 'şişiyordu'...
Bu aşamada sanayi devrimi denilenin neden başka yerde değil de
İngiltere'de ortaya çıktığı sorusunu tartışmamız gerekmiyor. Ama
'uygun' iç ve dış faktörlerin ve belirleyiciliklerin diyalektik
bütünlüğünün böylesi bir oluşumu sağladığını söyleyebiliriz. Ve bu
'uygun' dış koşulların başında hiç şüphesiz 1500-1800 yılarını
kapsayan 300 yıllık dönemde başta Amerika kıtası olmak üzere Asya ve
Afrika'dan taşınan servet ve zenginlikti. Velhasıl sanayi devrimini
finanse eden kaynağın çoğu dünyanın geri kalanın sömürüsünden, yağma
ve talanından sağlanmıştı. Bir önceki döneme göre daha büyük ölçekli
ve birbirleriyle rekabet halindeki kapitalist işletmeler, pazar için
üretim yapıyor ve bunun çoğunu başta İngiliz sömürgeleri olmak üzere
dünyanın her yerine ihraç ediyordu. Elbette sermaye büyüdükçe onu
üreten işçi sınıfı (proletarya) da büyümek durumundaydı.
İngiltere denetimi altında tuttuğu bölgelerden (sömürgelerden) ucuz
hammadde (özellikle de pamuk) sağlıyor ve ürettiği pamuklu mãmulleri
tüm dünyaya ihraç ediyordu. Üretim sürecine sokulan her yenilik
verimliliği arttırıyor, sömürüyü derinleştiriyor, sermayeyi
büyütüyor ve her seferinde yeni pazarlar elde etmek, bu amaçla daha
çok alanı denetim altına almak zorunlu hale geliyordu.
Fakat söz konusu süreç sadece İngiltere ile sınırlı değildi. Yeni
üretim yöntemleri ve kapitalist ilişkiler, diğer bazı Avrupa
ülkelerinde (Fransa ve Almanya...) ve ABD'de hızla gelişiyordu.
Nitekim daha on dokuzuncu yüzyılın sonu gelmeden Almanya ve ABD,
İngiltere'nin korkutucu rakipleri haline gelmişlerdi ve pazar
kavgası kızışmıştı... Onları da Japonya izliyordu. Aslında
Japonya'nın durumu ilginçtir. Zira, Japonya kapitalistler arası
yarışa katılan yegane Avrupa-dışı ülkeydi. Bilindiği gibi ABD,
Avrupa'nın doğrudan uzantısıdır, dolayısıyla onu Avrupa'dan ayrı
saymamak gerekir. Bu vesileyle bir tartışmayı hatırlatmak ilginç
olabilir.
Avrupa dışı bir ülke olan Japonya'nın kapitalist gelişmeyi sağlamış
ve kapitalist ülkelerarası yarışa katılabilmiş olması, bazı
teorisyenler tarafından onun dünyanın başka ülkelerinden farklı
olarak, Batı'nın sömürgesi veya yarı-sömürgesi statüsüne indirgenmiş
olmayışıyla, Batı etkisi dışında kalışıyla açıklamaya çalışılmıştır.
Başka bazı teorisyenler de son tahlilde belirleyici olanın iç
dinamikler, iç faktörler olduğunu, Japonya'da Batı Avrupa'dakine
benzer sosyal ve ekonomik ilişkilerin (Japon feodalizmi) kapitalist
gelişmenin yolunu açtığını ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla Japonya
feodal geçmişi itibariyle Batı'ya benzediği için kapitalist
gelişmenin mümkün olabildiğini ileri sürmüşlerdir.
Kutuplaşma Şekilleniyor
19. yüzyılda kapitalizmin etkisi altına girmeyen, sömürgeci
emperyalist ülkelerin doğrudan veya 'yarı-sömürgesi' statüsüne
indirgenmeyen bir dünya ülkesi hemen hemen kalmadı. Asya'nın tamamı,
Afrika, Latin Amerika kapitalist ekonominin etkinlik ve yayılma
alanı haline geldi, dünyanın görüntüsü değişti ve yeniden
biçimlendi.
İngilizler Güney Asya'yı sömürgeleştirdiler, Çin'i silah zoruyla
afyon ticaretine zorladılar. Fransızlar Hindi Çini'ne, Hollandalılar
Doğu Hint adalarına yerleştiler ve Rusya kuzeyde Sibirya, doğuda
Orta Asya'ya doğru yayılmasını sürdürdü. Afrika (Osmanlı
imparatorluğunun biçimsel hakimiyeti altındaki sınırlı bölgeler
dışında) Fransızlar, İngilizler ve Belçikalılar tarafından
paylaşıldı. Latin Amerika İspanyollardan ve Portekizlilerden
biçimsel olarak bağımsızlaştı ama bu bilinen anlamda kurtuluş savaşı
sonucu kazanılmış bir 'bağımsızlık' değildi. Yegane değişiklik
'beyaz egemen sınıfın' yönetimi devralmasıydı. Zaten Orta ve Güney
Amerika önce İngilizlerin, arkasından da ABD'nin nüfûz bölgesi (arka
bahçesi) durumuna gelecekti...
Osmanlı İmparatorluğu da emperyalist Batı'nın bir yarı-sömürgesi
haline geldi. Bu dönemde dünya ölçeğindeki kutuplaşma, çevre-merkez,
gelişmiş- azgelişmiş, sanayileşmiş- sanayisizleşmiş ikilemi kesin
olarak yerleşti.
Artık dünya ticareti de önceki dönemlerde olduğu gibi lüks mallar
ticaretinden sanayi kapitalizminin ürünleriyle hammadde ve tarım
ürünlerinin yaygın ticaretine dönüştü. Sanayileşmiş ülkeler sanayi
ürünleri ihraç ediyor bunun karşılığında hammaddeler ve tarım
ürünleri ithal ediyorlardı ve bu eşit olmayan bir değişimdi. Başka
türlü ifade etmek istersek, emperyalist merkezlerle dünyanın geri
kalanı arasındaki ticaret ve yatırım ilişkileri hakim durumdaki
ekonomiler lehine işliyordu. Bunu kan kaybının derinleşmesi olarak
da ifade edebilirsiniz.
O dönemden sonra zenginlik-yoksulluk farkı sürekli derinleşecekti.
Nitekim, 1800 yılında (bundan 200 yıl önce) 'zengin ülkelerle'
'yoksul ülkeler' arasındaki fark bire iki (1'e 2) iken, şimdilerde
bire altmıştır (1'e 60) ve 'modernleşme', 'kalkınma' 'küreselleşme',
vb. söylemine rağmen bu fark hızla büyümeye devam etmektedir.
Dünyanın Batı Avrupalılar tarafından bu biçimde yağmalanması ve söz
konusu halkların kendi kendilerine yeterli olmaktan çıkarılması,
toplumsal-kültürel yapılarının aşındırılması, kültürlerinin tahrip
edilmesi, emperyalist güçler ve onların sözcüleri tarafından
uygarlaştırma misyonu olarak sunulacaktı...
Başlangıçta Amerika halklarını Hıristiyanlaştıranlar, sanayi
kapitalizminin yerleştiği dönemde de uygarlaştırıyorlardı... Yazık
ki, II. Enternasyonalin sosyalistleri de söz konusu uygarlaştırma
misyonu söylemine kendilerini kaptırmışlardı ve bu konuda
emperyalist efendilerden pek farklı düşünmüyorlardı...
19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başına gelindiğinde, sözünü
ettiğimiz Kapitalizme özgü merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin bir
sonucu olarak, kapitalist işletmelerin ölçeği büyüdü, Karteller,
tröstler, konzernler biçimindeki büyük tekeller dünya pazarında
etkinliklerini artırdılar. İşte, tekellerin ortaya çıktığı bu döneme
emperyalizm denmiştir. Bu dönemin bir özelliği de mal ihracına
sermaye ihracının da eklenmesidir.
Elbette sermaye ihracı mal ihracının yerini almıyordu, tam tersine
mal ihracı artmaya devam edecekti. Sermaye ihracı, hükümetlere borç
verme bir yana bırakılarsa, daha çok kapitalist hakimiyeti
pekiştirecek, sömürüyü derinleştirecek alt-yapı yatırımlarına ve
hammadde kaynaklarına (madenler, plantasyonlar, vb.) yöneliyordu.
Artık dünyanın tüm doğal ve beşeri zenginliği emperyalist sömürüye
açılmıştı. Dünya emperyalist güçler arasında paylaşılmıştı ama
pastadan pay alamayan 'yeni yetme güçler'de (Almanya, Japonya)
'paylaşılanı yeniden paylaşmayı' dayatıyorlardı. İşte iki
emperyalistler arası savaşın gerçek nedeni bu idi.
Emperyalist saldırı söz konusu olduğunda, saldırıya maruz kalanların
bu saldırıyı 'hayır duasıyla' karşılamaları elbette mümkün değildir.
Nitekim, ilk emperyalist yayılmanın ardından saldırının ve
kutuplaşmanın yıkıcı sonuçlarına karşı sayısız isyanlar oldu. Tarih
saldıranlar tarafından yazıldığı için saldırıya uğrayanların
hikayesi ya gerektiği gibi anlatılmaz ya da geçiştirilir. Bu
isyanların en çok bilineni, 18. yüzyıl sonunda San Domingo'daki (bu
günkü Haiti) köle devrimidir. Daha sonra 1900'lerin başındaki
Meksika devrimini ve 1950'lerin sonundaki Küba devrimini de aynı
çizginin devamı saymak gerekir.
Rus (Bolşevik) devrimi, Çin devrimi, İkinci Dünya Savaşı sonrası
ulusal halk kuruluş hareketleri de son tahlilde kapitalizmin ortaya
çıkardığı kutuplaşmaya tepkiden başka bir şey değildir. Bütün bu
devrimlerin kapitalist dünya sisteminin çevresinde patlak vermesi de
bir tesadüf değildir.
Sovyet sisteminin daha yüzyılın sonu gelmeden çökmesi, Çin'in
'sosyal piyasa ekonomisi' retoriği altında kapitalizme yelken
açmasının nedenlerini tartışmanın yeri burası değil. Kesin olan bir
şey varsa, Kristof Kolomb'un macerasıyla başlayan ve yaklaşık 450
yıl devam eden sömürgecilik dönemi sömürge halkların mücadelesiyle
İkinci emperyalistler arası savaşı izleyen yaklaşık iki on yılda
tarihe karıştı. Sömürgeciliğin doğrudan versiyonundan kurtulan dünya
halkları dünyanın zenginliğine ortak olma iddiasıyla ortaya çıksalar
da, bu gün durum özde değişmiş değil.
Sömürgecilik tasfiye edildi ama bu emperyalizmden kurtulmak anlamına
gelmiyordu. Başka yerde yazdığımız gibi, hem kapitalizmin,
emperyalizmin varolmaya devam etmesi hem de dünyanın geri kalanının
emperyalist merkezler gibi olması mümkün değildir. Oysa,
sömürgeciliğe karşı halk hareketlerine öncülük edenler, kapitalizme
rağmen durumlarının iyileşeceğine, 'sofraya dahil olabileceklerine'
inanmış gibiydiler...
Elbette bağımsızlığa yeni kavuşan ülkelerin yöneticilerinin
yanılsamaya kapılmalarını kolaylaştıran bir şey vardı. 20. yüzyılın
ilk yarısında iki büyük savaş ve tarihinin en büyük ekonomik krizini
yaşayan emperyalist dünya sistemi, İkinci Savaşın ardından uzun
sürecek (yaklaşık otuz yıl) bir genişleme dönemine girdi.
Bu genişleme dönemi aynı zamanda ezilen halklar ve sömürülen
sınıflar lehine bir tablonun ortaya çıktığı dönemdi. Faşizmin
yenilmesi, Sovyet sisteminin bir çekim merkezi ve sosyalizmin
insanlığın umudu haline gelmesi, kurtuluş hareketlerinin
sömürgeciliğin doğrudan (klasik) biçimini tasfiye etmesi, güç
dengelerini değiştirmişti. Sonuç itibariyle sermaye mevzi kaybetti
ve bir dizi ödünler vermek zorunda kaldı. Dünyanın her yerinde
emekçi sınıflar lehine bir güç dengesi oluştu.
Bu durum, sömürgecilikten kurtulan ulusların yönetici azınlıklarının
veya önderliklerinin "Batı'yı yakalamanın", "Batı gibi olmanın"
mümkün olduğu yanılsamasına kapılmalarını kolaylaştırmıştı. Her
yerde iyimser beklentiler egemendi. Emperyalist ülkelerde 'sosyal
devlet', Üçüncü Dünya'da da "ulusal kalkınmacı veya ulusal-popülist"
denilen model, İkinci Dünya'da da (Sovyet bloğu) merkezi planlamaya
dayalı sistem geçerliydi. Elbette kapitalizmin içine girdiği
genişleme döneminin bir sınırı vardı ve o sınıra ulaşıldığında
geçerli güç dengelerinin devamı mümkün değildi. "Balayı döneminin"
sonu mutlaka gelecekti.
Ve emperyalist dünya sistemi 1970'li yılların ilk yarısında yeniden
"yapısal krize" girdi... Sermaye saldırıya geçecekti ama önce
'ideolojik alanın' hazırlanması gerekiyordu. Neoliberal ideolojik
tezler mayalandırıldı ve yayıldı. Kapitalist ekonominin krizinin
sorumlusu da bulunmuştu: Aşırıya vardırılan devlet müdahaleleri...
Neoliberal tezler her ne kadar 1980'li yılların başından itibaren
tam bir etkinlik sağlasalar da, mayalandırılmaya başlandığı tarih
1940'lı yılların ortalarına kadar geriye gidiyordu. Velhasıl sermaye
kapsamlı bir saldırıya geçti.
'Küresel Kapitalizmde Yeni ve Orijinal Olan!'
Sermaye kâr oranlarını restore etmek üzere liberalleşme,
deregülasyon ve özelleştirme üçlü sloganını ön plana çıkardı.
Bunların pratik politikaya tercüme edilmesi, sermayenin önündeki tüm
engellerin ve kısıtlamaların ortadan kalkması, dünyanın büyük
sermaye ( çokuluslu şirketler veya transnasyonal firmalar) için
dikensiz gül bahçesi haline gelmesi demektir.
Bilindiği gibi bu üçlü slogandan birincisi olan liberalleşme,
sermayenin uluslararası arenada rahatça hareket etmesinin
koşullarının yaratılması demektir. Bu amaçla her türlü gümrük
korumasına ve yabancı sermayeyi kısıtlayan önlemlere ve
düzenlemelere savaş açıldı. O kadar ki, sermayenin hareketini
kısıtlamak, dünya refahını kısıtlamakla özdeş sayılıyordu...
Liberalleşme sermayenin dünya ölçeğindeki hareketini kolaylaştırmayı
amaçlarken, deregülasyon da her bir ulus-devlette sermayenin
hareketini kısıtlayan düzenlemelerin ortadan kaldırılması demektir.
Devlet tarafından sermayeye yönelik düzenlemenin kaldırılması demek,
işçi sınıfı, genel olarak emekçi çoğunluk, toplumun 'korumasız'
kesimlerine yönelik düzenlemelerin ve kurumsal yapının tasfiyesi
anlamına geliyor. Elbette söz konusu deregülasyon kapitalist dünya
sisteminin çevresinde yer alan 'azgelişmiş' bir ülkede yapılıyorsa,
bu her türlü kalkınmacı amaçtan istifa etmek anlamına gelecektir...
Özelleştirme devlet tarafından oluşturulmuş ekonomik amaçlı kamu
işletmelerinin özel sektöre satılmasını (değilse tasfiyesi)
öngörüyor. Buradaki gerekçe devletin kaynakları verimli
kullanamadığı, israf ettiği düşüncesinden hareket ediyor. Elbette
özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin hiçbir inandırıcılığı
ve gerçek dünyada bir karşılığı yoktur. Buradaki asıl amaç dünya
pazarında talebin sürekli daraldığı koşullarda hazır bir iç ve dış
talebi olan işletmeleri ele geçirmekle ilgilidir.
Elbette özelleştirme sadece pazar için üretim yapan (bizde KİT
denilen) kamu işletmelerini kapsamıyor. Devletin geleneksel olarak
üstlenegeldiği bir dizi kamu hizmeti de ( eğitim, sağlık, sosyal
güvenlik, belediye hizmetleri, vb.) özelleştiriliyor. Aslında
devletin bir yandan kamu hizmetlerini sağlamak için vergi alırken
diğer yandan da bu hizmetlerin özelleştirme kapsamına alınması
arasındaki tersliğin tartışma konusu yapılmaması düşündürücüdür...
Netice itibariyle neoliberal politikalar yaklaşık 150 yıllık dönemde
işçi sınıfı, mütevazı toplum sınıfları ve İkinci Dünya Savaşı
sonrasında da Üçüncü Dünya ülkeleri lehine kazanılan mevzilerin
düşürülmesini amaçlıyor.
Kapitalizmin küreselleşme denilen (içinde bulduğumuz ) son evresi
aslında ileri sürüldüğü gibi bir dizi yeni ve orijinal 'özellik' arz
etmiyor. Eğer gerçekten bir yenilikten söz edilecekse, belki bu aynı
merkantilist dönemin başındaki, ya da sanayi devrimi sonrasındakine
benzeyen kapsamlı bir saldırı olmasıdır. Kapitalist - emperyalist
dünya sisteminin son dönem eğilimlerinin hiçbir orjinalliği yok.
Yenilik kapitalizme özgü eğilimlerin ve dinamiklerin yeni
veçhelerinden ve 'görüntülerinden' başka bir şey değildir.
Yeni teknolojiler ( komünikasyon ve enformasyon) sadece son döneme
özgü bir yenilik değil. Teknolojik yenilenme ve gelişme kapitalizmin
doğasında içerilmiş bir eğilimin sonucu olarak ortaya çıkıyor ve
belirli tarihsel dönemlerde 'sıçrama' söz konusu oluyor. Her dönemde
hegemonik bir güç olduğu gibi. Bu bakımdan sanayi devrimine giden
yolun aralanmasında belirleyici olan buhar makinaları o dönemin en
büyük yeniliğiydi. Kömürün kapitalist üretimin başat enerjisi haline
gelmesi, daha sonra petrol ve elektriğin üretim sürecine sokulması
söz konusu süreçte hep aynı anlama gelen şeylerdi. Elbette yeni
teknolojiler hem kapitalist yayılmayı kolaylaştırıyor hem de
emek-sermaye ilişkisini yeniden biçimlendiriyor. Yeni teknolojiler
üretimin 'parçalanmasına' ve bir merkezden yönetilmesine olanak
veriyor. Finans sermayesinin hareketini kolaylaştırıyor. Sendikaları
etkisizleştiriyor.
Kapitalizmin son dönemde adından çok söz ettiren çokuluslu-uluslarüstü
veya transnasyonal denilen şirketler de aslında yeni değil. Daha
önce sözünü ettiğimiz, merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin
ulaştığı bu günkü düzeydir. Tekeller yüzyıl önce de vardı ve bu
zaman sarfında büyümeye devam ettiler...
Elbette böyle bir tespit yeni durumu hafife almak anlamına gelmiyor.
Nitekim 1970'li yılların başından bu yana söz konusu şirketler çok
büyük bir güce ve etkinliğe ulaştılar, o kadar ki, şimdilerde ulus-
devletleri 'aşındırır' duruma geldiler. Ama söz konusu 'aşınmayı'
nüanse etmek gerekir.
Kimileri bu durumu artık devletin ortadan kalkmakta olduğu biçiminde
yorumlama eğilimindedir ki, bu gerçek duruma denk düşmüyor. Devleti
küçültme retoriği için de aynı şey söz konusu. Bu gün dünyadaki en
büyük 100 ekonomiden 50'si artık devletler değil çokuluslu
şirketlerdir. Aynı şekilde en büyük 200 çokuluslu şirketin toplam
yıllık iş hacmi insan havsalasını zorlayacak büyüklüğe ulaşmış
durumda...
Bir başına General Motors çokuluslu şirketinin yıllık iş hacmi
Yunanistan'ın milli gelirinden daha fazla...
Elbette bu kadar büyük bir güce ve etkinliğe ulaşmış söz konusu
çokulusluların devlet karşısındaki konumları ve devletle olan
ilişkileri yeniden biçimleniyor ama bu devletin 'sönmesi' anlamına
gelmiyor. Devlet olmadan yada aynı şeyi başka türlü ifade edersek,
siyasi planda bir otorite ve düzenleme olmadan kapitalizmin
varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Şimdilerde yaşanan 'gerilim'
ulus-devletlerin aşınmasının ortaya çıkardığı boşluğu dolduracak
üst-düzey bir siyasi otoritenin yokluğudur. Zira, mevcut
uluslararası kurumlar ve aygıtlar ulus-devletten nöbeti devralacak
durumda değil.
Ulus-devletin aşınması asıl Üçüncü Dünya Ülkeleri için büyük önem
arz ediyor. Nitekim, söz konusu ülkeler emperyalist merkezlerce
dayatılan neoliberal politikaları benimsediklerinde kompradorlaşma
tercihi yapmış oluyorlar ki, bu bir bakıma bağımsızlık öncesi döneme
geri dönmek anlamına geliyor. Ya da geleceklerini çokuluslu
şirketlere 'emanet etmiş oluyorlar'.
Emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan bir ülkenin kendi
geleceğini 'pazar ekonomisine', dolayısıyla çokuluslu şirketlerin
insafına bırakması sömürgeciliğin yeni versiyonunu kabullenmek
demeye gelir.
Şimdilerde Üçüncü Dünya'daki devletler (elbette hepsi değil)
emperyalist merkezlerin ve onların çokuluslu şirketlerinin ayak
işlerine koşulmuş aygıtlara dönüşmüş durumdalar. Bütünüyle
kompradorlaşmış bu devletler zaten hiçbir zaman gerçek anlamda
ulus-devlet tanımına uygun bir yapıyı temsil etmediler. İçi boş
kabuktular. Şimdilerde 'kendi ülkelerinde' emperyalizmin, çokuluslu
şirketlerin 'zabıta işlerine' koşulmuş durumdalar. Bu yüzden de
artık hiçbir meşruluk temeline dayanmaları mümkün değildir. Türkiye
söz konusu kompradorlaşmış rejimlerin tipik bir örneğini
oluşturuyor...
Son dönemin bir özelliği de finans sermayesinin etkinliğinin artması
ve üretimle söz konusu sermaye arasındaki bağın büyük ölçüde
kopması, değilse de ilişkinin biçim değiştirmesidir. Fakat söz
konusu finanslaşma kapitalizmin krizi aşmak için yaptıklarından
bağımsız değildir. Nitekim, mevcut koşullarda "verimli bir biçimde
kullanılması" mümkün olmayan devasa bir para sermayesi, finans
sermayesi birikmiş durumda.
Pazarın daraldığı, işsizliğin, yoksulluğun derinleştiği, dolayısıyla
talebin dünya ölçeğinde yeteri kadar büyümediği koşullarda, gelir
bölüşümü de ulusal ve küresel planda hızla varlıklı kesimler lehine
daha çok bozulurken, söz konusu sermayeyi bilinen anlamda 'verimli
yatırımlarda' kullanmak mümkün olmuyor. Dolayısıyla sermayenin
potansiyel 'toplu değersizleşme' riski ortaya çıkıyor. İ
şte sermaye böyle bir riske karşı kendini koruyabilmek, 'toplu
değersizleşme' riskini bertaraf etmek için kısa dönemde yüksek kâr
vadeden spekülatif faaliyetlere yöneliyor, başka şirketler satın
alınıyor, bizde 'şirket evlilikleri' denilen füzyonlar, Üçüncü
Dünya'ya açılan kredilerle (dış borçlar) bu ülkeler yağmalanıyor,
borsa oyunları, vb. gündeme geliyor, özelleştirmeleri de bu bütünlük
içinde anlamak gerekir.
Böylece 'uçan sermaye' üretim dışı alanlarda bir "değerlenme"
olanağına kavuşuyor. Oysa, kapitalizmin mantığı bakımından asıl
çözüm bu tür spekülatif arayışlarla mümkün değildir. Bir kere gelir
dağılımını sürekli bozan sürece dokunulmuyor. Bunun anlamı üretimin
kaçınılmaz olarak 'lüks tüketimi' tatmine yönelmesidir ki, satın
alma gücünden yoksun geniş kitleler kapitalist pazarın dışına
itiliyor. Yatırım kararlarına müdahale edilmiyor. Pazar ekonomisinin
( aslında sözü edildiği gibi kendi kendini düzenleyen bir pazar
ekonomisi zaten mümkün değildir) sorunları çözeceği söyleniyor.
Sonuç 'yapısal krizin' müzminleşmesidir. Gerçekten her gün devasa
bir finans sermayesi (uçan sermaye) bir borsadan diğerine,bir döviz
piyasasından diğerine spükülatif amaçlarla hareket halinde. Döviz
piyasanında dönen günlük sermayenin yaklaşık 1.5 trilyon dolar
olduğu tahmin ediliyor...
Geçerli eğilimler ve süreçler giderek daha çok insanın dışlanması,
satın alma gücünden mahrum edilmesiyle sonuçlanıyor. Bir taraftan
küreselleşmenin sunuluşu, diğer yandan ortaya çıkan tablo tam bir
çelişki tablosudur.
İnsanların sistem tarafından dışlandığı, marjinalleştiği,
işsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin büyüdüğü, doğal çevre
tahribatının derinleştiği, gezegen riskinin tehlikeli bir eşiğe
doğru ilerlediği, insânî değerlerin aşındığı durumun insanlığın
nihai kurtuluşu olarak sunulması ibret vericidir. Dolayısıyla gerçek
durum tevatür edilenden çok farklıdır. Asıl söz konusu olan kriz
yönetimidir ve krizi yönetmek üzere uygulanan neoliberal politikalar
işçi sınıfı ve Üçüncü Dünya halkları için bir yıkıma dönüşüyor.
Elbette sınıflı toplumda kavramlar herkes için aynı anlama gelmiyor.
Küreselleşme denilen mevcut süreç dar bir dünya elitini, küresel
ayrıcalıklılar sınıfını hızla zenginleştiriyor. Zenginleşen bu
kesime Üçüncü Dünya'nın ayrıcalıklı azınlıkları da dahildir. Zaten
Üçüncü Dünya'nın 'egemenleri' doğrudan emperyalizmin bu ülkelerdeki
uzantılarından başka bir şey değildir... Her gün yoksulların sayısı
artarken zenginlerin sayısı da artıyor. Her yıl yeni dolar
milyarderleri türüyor ve bunların 'başarı öyküleri' dillerden
düşmüyor.
Kapitalizmin yapısal krizine eşlik eden kominikasyon ve enformasyon
devrimi bir taraftan gelir dağılımını hızla varlıklı sınıflar lehine
bozarken, diğer yandan da işçi sınıfının geleneksel mücadele yöntem
ve araçlarını işlevsizleştiriyor. Dolayısıyla yeni mücadele yöntem
ve araçlarının oluşturulması ve bunun evrensel planda bir karşı-
harekete, küresel muhalefete dönüştürülmesi bu günden yarına mümkün
değildir ama gereklidir. Zira, ezilen, sömürülen, dışlanan,
aşağılanan emekçi çoğunluğun küreselleşme olarak sunulun bu kapsamlı
saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalması mümkün değildir.
Eğer, sömürü ve yoksulluk küreselleşiyorsa ve sorunlar ancak küresel
düzlemde çözülebilir hale geliyorsa, mücadelenin de küresel plana
taşınması işin doğası gereğidir. Son yıllarda ortaya çıkan süreç
yeni bir "bilincin" ve "mücadele üslubunun" mayalanmakta olduğunun
işaretlerini veriyor.
Saldırı bundan önce olduğu gibi bundan sonra da mutlaka karşılık
bulacaktır. İnsanlık aşınan değerlerini tamir etme olanağına mutlaka
kavuşacaktır. Zira, sadece sömürü ve baskıya maruz değiller.
Kapitalist yağma düzeni toplumsal yaşamın tüm veçhelerini
metalaştırıp özelleştirme kapsamına sokuyor. Başta doğal çevre olmak
üzere, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, bilimsel ve estetik
faaliyet, bilimsel araştırmalar, velhasıl insan yaşamını ve onu
çevreleyen, ona anlam ve değer katan ne varsa paralılaştırıyor,
metalaştırıyor, soysuzlaştırıyor, anlamsızlaştırıyor. Böylesi
eğilimlerin ve süreçlerin geçerli olduğu bir dünyada mutlu
küreselleşme şarkıları söylemenin bir kıymet-i harbiyesi olabilir
mi?
Şimdilik ideolojik alan büyük sermayenin adamlarının tekelinde ve
uyuşturucu etkisi yaratıyor ama bu nihai bir durum değildir. Tam bir
yalan, manipülasyon, dezenformasyon makinasına dönüşen medya tekeli
de daha uzun süre etkili olamaz. Ezilenler yeni mücadele araçlarını
yaratırken, nasıl olsa medyanın iktidarına da son vereceklerdir.
Araç mutlaka ona asıl sahibi olması gerekene iade edilecektir. Zira
gerçeğin bir aracı olması gereken medya şimdilerde yalana ihtiyacı
olanların elindedir...
Öyleyse kapitalizmi ve emperyalizmi aşmaya yönelik mücadelenin
başarısı sadece barbarlığa son vermek için değil, insanlığın ve
uygarlığın geleceğini kurtarmanın da güvencesidir. Elbette bu
süreçte en kritik sorun ütopyanın yeniden inşasıdır... (BB)
* Kardelen, Mart 2003
(1) Bu konuda son derecede ilginç bir eser için bkz: Rosa Amelia
Plumelle-Uribe, La Férocité Blanche - Des Non - Blancs aux non-
Aryens Génocide Occultés de 1492 à nos jours, Albin Michel, Paris,
2001, s. 35...